Cumhuriyet’in İlk Yüzyılını Bitirirken Bir Muhakeme: İnşaatı Yarım Kalmış Bir Bina

 Cumhuriyet’in İlk Yüzyılını Bitirirken Bir Muhakeme: İnşaatı Yarım Kalmış Bir Bina

 

Bugün Cumhuriyet’imizin 100. Yıl dönümü, açıkçası tam on yıl önce, ilkokulda 10 yaşındayken Cumhuriyet’in 90. Yıl kutlamaları sırasında “acaba 100. Yüzyılı nasıl kutlayacağız” diyerek düşünmeden edemiyordum. Muhtemelen o 10 yaşındaki çocuk, bir şekilde, zaman makinesiyle, 100. Yıl kutlamalarını görme imkanını elde etseydi, bu onun için çok büyük bir hayal kırıklığı olurdu. Türkiye Cumhuriyetinin, tüm krizlere ve kritik dönemeçlere rağmen, özellikle etrafındaki komşularının neredeyse hepsi son bir asırda en az bir kere iç savaş veya kurumsal bir yıkım deneyimlemişken siyasi bağımsızlığını koruyup sağ salim ikinci yüzyılına kapak atabilmesi şüphesiz ki es geçilmemesi gereken bir noktadır. Buna rağmen, şekli ve en azından de jure olarak Cumhuriyet’in muhafaza edilebilmiş olmasının yanında madalyonun öteki bir yüzü olsa gerek.

 

Bu makalede gündelik politik dalgalanmalar ve aktif iktidar eleştirilerinden olabildiğince uzak durmaya çalışacağım, zira artık bunlarla angaje olmaktan dilimizde tüy bitti. Daha uzun vaadeli ve sosyal bilimler perspektifiyle bir yorum formüle etme niyetindeyim. Cumhuriyet ne demektir? Cumhuriyet yoksa, anayasa hukukçuların ağır ve renksiz üsluplarınca tanımlanan, beton ve hukuki terimlerle inşaa edilen bir kurumlar manzumesi midir? Ben, bu minvalde Anayasa’daki formel hükümlerle inşaa edilen de jure tanımı tatminkar bulmuyorum. Zira her şeyden evvel cumhuriyet’in formel kurumlardan ziyade enformel kurumlar bütününe, belli bir ruha dayandığı kanaatini taşıyorum. Enformel kurumlar husunda North’un tanımına sadık kalarak, enformel kurumları, toplumsal ve kültürel olarak aktarılan, bireylerin toplum ve diğer bireylerle ilişkilerini ontolojik olarak tasavvur ediliş biçimi olarak tanımlayacağım.[1] North’un da ifade ettiği gibi enformel kurumlar, veya toplumsal ruh esasen formel ve devlet nezdinde tanımlanan kurumsal çerçevenin ruhunu, veyahut ethosunu oluşturur. Bu ethos ve ruh mevcut olmazsa, tam anlamıyla bir cumhuriyet yapısından bahsedebileceğimizi düşünmüyorum. Ortak kamusal ve cumhuriyetçi bir ruh ile eklemlenmiş toplumsal bir tahayyül şekli olmadan bir cumhuriyet, nasıl anlatsam, balıksız bir denize, ağaçsız bir ormana benzer. İçerisisinde kamusallığı özümseyen ve enformel kurumların kökünü meydana getiren, cumhuriyetçi ruhtan kasıtım peki nedir? 

 

Ali Yaycıoğlu, cumhuriyetçilik tanımını kaleme alırken direk bu ruh ve sosyolojik kurguyla bütünleşik anlamı esas alır. Yaycıoğlu, şöyle yazar: “Esas itibarı ile cumhuriyetçilik bir özgürlük kurgusudur. Cumhuriyetin tüm esprisi tahakküm altında olmayan özgür bireylerin beraberce kurdukları, yönettikleri, savundukları bir rejim olmasıdır. Cumhuriyette her yurttaş kamunun eşit hissedarı ve kanun koyucusudur.”[2] İşte bahsettiğim bu ruh tam olarak bu’dur, her bireyin Yaycıoğlu’nun tabiriyle bu “özgürlük kurgusu” üzerinde diğer herkes gibi eşit payının olduğunu farkında olması ve bunu muhafaza etme sorumluluğunun yine diğer herkes gibi kendisinin bir ödevi olduğunun bilincinde olması. Anlaşılabileceği üzere bu cumhuriyetçilik kamusal ruhunun en temelini Robert Dahl’ın tabiriyle bu “özsel eşitlik” tasavvuru teşkil eder.[3] Tabiki bunu bir toplumsal sözleşme olarak da görebiliriz, ama bu tahayyül Mill’in deyimiyle “çoğunluğun diktatörlüğü”[4] olarak idrak edilmemeli. Bu ruh dayatıcı ve birey üzerinde belli, dar ahlaki ve sosyal normların tahakkümünün kurulması demek değildir, bilakis bunun anti tezidir. Cumhuriyetçilik, özgürlükçü bir kamusal alan çerçevesinde, hiçbir bireyin ve cemaatin, öteki mahallede konumlanan bir fert üzerinde, gerek kültürel, gerek siyasal olsun, hiçbir surette bir hegemonya kuramayacağı; her ferdin düşüncelerini özgürce seçip yaşayabileceği; bunların kamusal alanda ötekine zarar vermeden temsil edebileceği ve bu farklı düşünce akımlarına mensup bireylerin tüm farklılıklarına rağmen, bu kapsayıcı ve özgürlükçü kamusal alanın muhafaza edilmesi hususunda birbirlerini paydaş olarak telakki etmesinden başka bir şey değildir. Cumhuriyetçilik bir belirli formel siyasi kurumlar manzumesinden ziyade işte yukarıda dile getirdiğim, bir telakki ve ruhun savunusundan ibarettir. Formel siyasi kurumlarsa sadece bu ruh ve telakkinin bir sonucudur; sebebi değil. Bu ruh olmadan, bir cumhuriyet’in inşaası salt olarak renksiz ve ağır üslupla kaleme alınmış anayasal hükümlerle sınırlı kalacaktır. Peki bu kavramsal çerçeve bağlamında sormak istiyorum, cidden Türk milleti olarak gerçek bir cumhuriyet inşaa edebildik mi? Bu yapı tamamlandı mı yoksa, hala terkedilmiş bir bina inşaatını mı andırmakta? Korkarım ki, nacizane kanaatime göre cevap, ikincisidir. Salt olarak bunu AKP ile sınırlamak ve bunun AKP’nin ürünü olduğunu da düşünmek istemiyorum, evet AKP bu yöndeki semptomları daha da katmerledi, ama biyolojik tabirle, AKP dönemi, hastalığın bir sebebinden ziyade bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Tabi “hastalık” kavramsallaştırması çok kafa karıştırıcıdır ve tartıştığım hususun tek bir monolitik cevabı olduğunu da sanmıyorum, özellikle birtakım öfkeli liseli gençlerimizin hiçbir bilgi birikimi olmadan cahilane surette “demokrasiye erken geçişi”mizin sorunların kökeninde olduğu tarzdan veya post-kemalist literatürüce mütemadiyen dile getirildiği şekilde sorunların temelindeki yegane olgunun “1908-1945 arasındaki Jön Türk diktoryasında” yattığı [5] yönünde artık modası geçmiş ve hatta iflas etmiş, monolitik cevapların tartışmayı epey kısırlaştırdığı düşüncesindeyim. Belki de, tek faktör olmamakla beraber  modernleşmenin merkezi otoritenin şahsi perspektifleriyle sınırlı kalmış olması ve halkın sürece yeteri kadar angaje olamaması yekpare toplum anlayışını siyasetin merkezine zerk ettirmiş olabilir.[6] Şerif Mardin’in merkez-çevre teorisi de işte tam olarak bu önermeyi irdelemekteydi.[7]

Tabi bu yorumun da ciddi sorunları vardır, zira her şeyden öte Joel Migdal’ın “State-in Society” yaklaşımının gösterdiği gibi devleti, “taşra”dan veya toplumsal ilişkiler bütününden soyut, holistik bir birim olarak ele almak son derece yanıltıcıdır.[8] Özellikle Türk-tarih yazımının kanaatimce en büyük eksikliği de tam olarak bu’dur, gerek Kemalist gerek Post Kemalist literatür, iktidarın sıradan insanın gündelik hayat ile tepkimesini göz ardı ederek, monolitik, bütün, güçlü ve soyut bir devlet varsayımı üzerinden, başka bir deyişle İlbey Özdemirci’nin ufuk açıcı çalışmasında kullandığı tabirle “kral anolojisi” üzerinden şekillenmiştir.[9] Tabiki, özellikle son 10 yılda, spot ışıklarını merkezi elitlerden gündelik özneye çeviren ve merkezin tutumlarını da buradan anlamlandırmaya çalışan yaklaşım, Türk tarih yazımında epey yükselişe geçti ve bu gidişat ivmelenerek devam edecek gibi gözüküyor. Her şeyden evvel, tek parti döneminde devletin oldukça az kurumsallaşmış olduğu [10] , devlet kapasitesinin çok düşük ve iktidarın monolitik bir yapıya benzemekten çok uzak olduğu anlaşılmış olsa gerek.[11] Özellikle Scott’un “infrapolitics” kavramsallaştırmasından derinden etkilenmiş bu yaklaşım[12], belki de Türk-tarih yazımının müstakbel hakim paradigmasıdır. 

 

Görülebileceği gibi bahsi geçen cumhuriyetçi ruhun tam anlamıyla konsolide olduğunu görmek epey zordur, hatta bunun kökenini burada analiz etmeye cesaretim olmadığını samimice itiraf etmek durumundayım, zira böyle can alıcı bir konuyu birkaç sayfalık, 15-20 dipnottan oluşan basit bir makalede analiz etme gafletine girişmem her şeyden evvel kendi sosyal bilimci kimliğime bir hakaret olurdu.

 

Elbette ki, son 15 sene içerisinde dünyada genel olarak yükselen “neo-popülist” dalga [13] sonucu genel bir demokratik kamusal ruhun zedelenişine tanık oluyoruz. Fakat durumu salt olarak dünyadaki gelişmelerin Türkiye’ye sirayet edişi olarak görmeyi de yetersiz buluyorum. Şüphesiz ki uluslarası konjonktürün belli bir etkisi vardır [14], ama esas sorunu kendimizde aramamız gerekiyor. Sakın bunu, eski ulusalcı dalganın sıradan halkın kültürünü küçümsemesi, “benimle çobanın oyu eşit olursa demokrasi işlemez”  minvalindeki elitist hezeyanları olarak algılamayın. Bilakis, sıradan halk kitlelerini son derece egoist bir biçimde (işin ironik yanı bir de bu kişiler genelde kendilerine toplumcu derler) koyun kitleleri olarak algılayıp onları ötekileştirmesi biçiminde tezahür eden pejoratif düşünce yapısının, cumhuriyetçi kamusal ruha; ümmetçi ve dinci bakış açısı kadar zararlı olduğunu düşünüyorum. Zira her şeyden evvel bu tür bir paradigma cumhuriyetçi ruhun altındaki ortak paydaşlık olgusunu berhava etmektedir. Benim kastetmeye çalıştığım nokta, tüm düşünce ve kültürel farklılıklara rağmen, son kertede ortak bir aidiyet kurgusunun mevcut olmamasıdır.[15] Bu ortak aidiyet duygusunun yokluğu en tipik şekilde ne kadar kolay biçimde kutuplaşmaya yatkın oluşumuz biçiminde tezahür eder. 

Esasen bu durumu en iyi Emrah Safa Gürkan’ın şu tespiti açıklamaktadır: “Türk milleti ikiye bölünme fırsatını bulduğu anda bölünür. Ben anket yapıyorum, “Gazali mi İbn-i Rüşd mü?” diye, o bile yüzde 50-50 çıkıyor.” Ortak bir kamusallık ethosunun yokluğu Gürkan’ın sözlerinden daha net bir biçimde açıklanamazdı muhtemelen. 

 

Bu ortak kamusallık ethosunun yokluğu hususunu indirgemeci biçimde spesifik bir döneme atfedebileceğimize katılmıyorum. Daha ziyade, son 200 yılı kapsayan geniş bir analiz yapmalı ve bu bağlamda bir özeleştiri getirmeliyiz. Bu özeleştiriyi objektif olarak tüm politik önyargılardan bağımsız ve objektif şekilde yapmalı ve her türlü politik hezeyandan sıyrılıp “acaba ne ters gitti, nerede hata yaptık” diye kendimize bir sormalıyız. Böyle bir soru ve bunun akabinde gerçekleşecek toplumsal yüzleşme şüphesiz ki Türkiye’de toplumsal barış ve uzlaşmanın ilk adımını teşkil edecektir.[16] Eğer tam anlamıyla eşit yurttaşlık üzerine müstenit bir cumhuriyetçi kamusallığın inşaasını amaçlıyorsak, böyle bir özeleştiriden katiyen kaçınmamalıyız.[17] İşte ancak böyle, niçin Cumhuriyetimizin yüzüncü yılının kutlamalarının bu kadar ruhsuz ve sönük kaldığını anlayabiliriz.

 

Bence 29 Ekim 2023 günü, bizim için bir öz-muhakeme fırsatı olmalı. Tabiki de Cumhuriyetimizin muzaffer kurucu liderlerini, başta Atatürk ve İsmet Paşa olmak üzere anmalı ve onların devasa zaferlerini hatırlamalıyız. Ama bununla beraber Türkiye’de cumhuriyet olgusunun sadece formel anayasal hükümlerle sınırlı kalıp halkın kamusal vicdanına tesir edememesi ve bu bağlamda ortak bir kamusallık inşaasının gerçekleştirilemesi hususuna kafa yormalıyız. İkinci yüzyılımızda, Gazi paşa ve arkadaşlarının tahayyül ettiği  cumhuriyet idealinin, gerçekleşmesinin tek yolu tam da burada yatmaktadır. 

 

Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlu olsun, nice şanlı çağlara..

 

 

 

Dipnotlar:

 

[1] Douglas North, Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Perfomans, 2002, S. 51-63.

Bilhassa söylemeliyim ki özellikle iktisadi kalkınma literatüründe, Joel Mokyr’ın da teşhis ettiği gibi enformel kurumlar epey gözardı edilmiş durumda.(Joel Mokyr, The Lever of Riches, 1992, S. 171) Tabi bu tutumun eski tüfek modernleşme teorisi ve bunun barındırdığı oryantalist önyargılara (bkz: Edward Said, Şarkiyatçılık, 2013, S. 335-9) bir tepkisellik sonucunda meydana geldiğini gözardı etmemek gerek.

[2] Ali Yaycıoğlu, Cumhuriyetçilik Üzerine, Oksijen Gazetesi, 06.10.2023.

[3] Dahl özsel eşitliği söyle tanımlar:

“Onun yerine insanoğlu hakkında ahlaki bir yargıda bulunmak istiyoruz; olması gerektiğine inandığımız bir şey hakkında konuşmak istiyoruz. Böyle bir ahlaki yargıya örnek olarak Şunu gösterebiliriz: "Her insanın iyiliğinin diğerlerinin iyiliğine-özü bakımından eşit-olduğunu kabul etmeliyiz." Bildirge'de kullanlan sözlerle, ahlaki bir yargı olarak, bir insanın hayatinın, özgürlüğünün ve mutluluğunun başka bir insanın hayatından, özgürlüğünden ve mutluluğundan özsel olarak daha degerli ya da degerli olmadığı konusunda ısrarcıyız. Bunun sonucu olarak, her insana, hayat, özgürlük, mutluluk ve diğer temel faydalar ve çıkarlar konusunda eşit talepte bulunuyormuşçasına davranmamız gerektiğini söylüyoruz. Bu ahlaki yargıya özsel eşitlik adını vermeme izin verin.” (Robert Dahl, Demokrasi Üzerine, 2021, S. 76)

[4] John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine, 2019, S. 99-117.

[5] Post-kemalist metinlerin öncülerinden birisi olan Mete Tunçay’ın Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’nda yazdığı şu cümleler bu paradigmanın özetidir: “Fakat, Türkiye'nin son yirmi yıllık deneyimi de, hiç kuşkusuz, 1920'lerde ve 1930'larda yaptıkları ve yapmadıklarıyla sıkı sıkıya ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uzunca süreler için çok-partili bi demokratik düzen işletebilmişsek, bunu daha önceki tek-parti döneminin hazırlığına borçlu olduğumuz gibi; 1960, 1970 ve 1980'de bu düzen çıkmaza girmişse, bunun kimi nedenlerini de yine o dönem kalıtında aramamız gerekir.(Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1982, S. 333-4.)

[6] Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics.” Journal of International Affairs 54, no. 1 (2000): 63–82. Ayriyeten eski bir makalemde de sorunların sebebini bu yönde analiz ediyordum.( https://alpbugdayci.blogspot.com/2022/09/turk-siyaseti-uzerine-bir-deneme.html ) Fakat şuan bakınca, birtakım doğruluk payları bulsam da, bu makaleye nispeten, bakış açımın daha farklı olduğunu söylemeliyim.

[7] Mardin, Şerif. “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?” Daedalus 102, no. 1 (1973): 169–90. Ayriyeten bu makalenin eleştirisi için bknz: Yüksel Taşkın, Post-Kemalist Paradigmanın İslam Çalışmalarına Etkileri: Eleştirel Bir Değerlendirme, Post-post kemalizm, derleyen: İlker Aytürk, Berk Esen, S. 418-426.

[8] Joel Migdal, State in Society, 2010.

[9] İlbey C. N. Özdemirci, Fötr Şapkalı Şıh, 2022, S. 31-113

[10] Esen, Berk (2014), "Nation-Building, Party-Strength, and Regime Consolidation: Kemalism in Comparative Perspective", Turkish Studies, 15(4), 600-620.

[11] Son yıllarda genişleyen bir literatür söz konusu burada. Bknz: Murat Metinsoy, The Power of the People, 2022; Metinsoy, Murat (2010), "Kemalizmin Taşrası", Toplum ve Bilim, 118: 124-164. Metinsoy, Murat (2011), "Fragile Hegemony, Flexible Authoritarianism, and Governing from Below: Politicians' Reports in Early Republican Turkey", International Journal of Middle East Studies, 43: 699-719; Metinsoy, Murat. “Everyday Resistance to Unveiling, and Flexible Secularism in Early Republican Turkey.” Anti-Veiling Campaigns in the Muslim World: Gender, Modernism and the Politics of Dress. Stephanie Cronin (Ed.). London, New York: Routledge, 2014: 86-117., 2014; Hale Yılmaz, Türk Olmak, 2023; İlbey C. N. Özdemirci, Fötr Şapkalı Şıh, 2022; Lamprou Alexandrous, Between Central State and Local Society. The People’s Houses Institution and the Domestication of Reform in Turkey (1932 – 1951), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Leiden Üniversitesi; Adak Turan, Sevgi, Kemalism in the periphery: anti-veiling campaigns and state-society relations in 1930s Turkey, 2012, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Leiden Üniversitesi; Tek Parti Dönemini Yeniden Düşünmek, Derleyen: Alexandrous Lamprou, Sevgi Adak, 2022 

[12] James Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları Üzerine, 2021.

[13] Bu dalga için bknz: Asım Karaömerlioğlu, Zamanın Ruhu Olarak: Neo-popülizm, 2020.

[14] Örneğin neo-liberal dalganın popülarize ettiği özelleştirme hareketinin şüphesiz ki AKP’nin otoriteryen rejiminin kaynak dağıtımı mekanizmasına katkı sağladığı barizdir. Mesela Bknz: G. B. Özcan and U. Gündüz, ‘Energy privatisations, business-politics connections and governance under political Islam’, Environment and Planning C: Government and Policy, 33(6), 2015, pp. 1714–1737.

[15] Nitekim Ernest Renan’a göre de bir ulus olmanın en temel 2 koşulundan birisi bir ülkü birliğiydi.

[16] Geçmişle hesaplaşmanın hedef ve sonuçları için bknz: Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma, 2010, S. 138-155.

[17] Şüphesiz ki tek parti dönemindeki hataları da bundan bağımsız tutamayız. Fakat kanaatime göre bu hatalar, başarılar yanında çok ufak kalmaktadır ama yine de gözardı edilemez. Örneğin, ikinci dünya savaşı iktisat politikası, varlık vergisi, 1920’lerden beri emekçilerin pazarlık güçlerinin düşüşü, toprak reformundan kaçınılması, her ne kadar Atatürk, İnönü ve Bayar gibi önde gelenler bu tutumu benimsemese ve eşit vatandaşlık ilkesini benimsese de kemalist elit içinde yer alan kimilerinin  kürt sorununa karşı etnisist çözüm önerileri.(Fevzi Paşa’nın örneğin kürtlerin okutulmasına karşı çıkması buna bir örnektir, İsmet Paşa ise kürt raporunda bu tutumu eleştirel karşılar.), Parti teşkilatında feodal unsurların ağırlıkla yer bulması ve bu bağlamda feodal üretim ilişkilerini yeniden üretmesi ve bunların kurdukları yolsuzluk ağlarıyla hakkıyla mücadele edilememesi…

Yorumlar

Yorum Gönder