AKP Rejimi ve Türkiye’deki Demokratik Çöküşün Politik Ekonomisi

 AKP Rejiminin Politik Ekonomisi

 

            2023 tarihli, dünyada kişi hak ve hürriyetlerin durumunu ele alan Freedom House raporu Türkiye’yi; Kuzey Kore, İran, Rusya gibi diktatörel rejimlerin bulunduğu “özgür olmayan” ülkeler statüsüne yerleştirdi. Nitekim aynı raporda yer verilen; son on sene içerisinde özgürlüklerin en fazla düşüş gösterdiği ülkeler tablosundaysa Türkiye beşinci sırada kendisine yer buldu.[1] Hülasa Türkiye’de rejim, hegemonik parti sistemi ve “rekabetçi otoriteryanizm”[2] diyebileceğimiz yapıların neredeyse tüm özelliklerini sergilemektedir.[3] Bu bağlamda akıllara şu soru gelmektedir: “Nasıl olur da Türkiye böyle büyük bir demokratik erozyona maruz kaldı?” Öncelikle, gözlemlediğim kadarıyla çoğu insan; sanki AKP’nin 2000’ler boyunca, ilk 2 dönemi süresince, uygulamaya koyduğu liberal demokratik reformlardan sonra bu denli otoriterliğe kayışını hayretle karşılamaktadırlar. Bu insanlara göre adeta bu iki dönem arasında çok keskin farklar mevcuttur, sanki 2011 sonrası Türkiye’yi AKP değil de onların adını ve amblemini kullanan fakat bambaşka bir politik ajandaya haiz bir parti yönetmiştir. Genel olarak bu iki dönem arasında keskin bir kopuş ve bir tezat olduğu ifade edilir. Nitekim iktisat literatüründe de durum böyledir. Taha Akyol, iktisatçılar arasında 2002-2008 dönemi arasındaki AKP hükümetlerinin başarılı olduğu hususunda bir fikir birliği olduğundan bahseder.[4] Örneğin Acemoğlu ve Üçer, 2002-2007 arasında hayata geçirilen yapısal reformlar bağlamında yüksek kaliteli bir büyümenin yakalandığını ve bu bağlamda başarılı bir performans sergilendiğini kaydeder.[5] Şüphesiz ki ilk iki AKP dönemi hükümetleri, temel makroekonomik veriler açısından kötü bir performans sergilememişlerdir. Fakat mesela ben bazı kişilerin yaptığı gibi bu dönemi bir “altın çağ” olarak tasavvur etmeye de [6] eleştirel bakmaktayım. Nitekim  2002-2010 arasında yakalanan ekonomik büyüme, Şevket Pamuk’un da ifade ettiği gibi Türkiye’nin uzun dönemli ortalamalarının biraz üzerinde ve son dönemin gelişen ülke ekonomileri ortalamalarına ise yakındı.[7] Üstelik ben 2002-2011 dönemindeki rejim ile 2011-2023 arasında hüküm süren rejimin arasında çok ciddi süreklilikler olduğu, hatta kopuştan fazla devamlılıklar olduğu kanısına sahibim. Bu iki dönemi adeta bıçakla ayırır gibi ikiye ayırmak ve birbirinden farklı olarak değerlendirmek; 2011-2023 yılları arasında mütemadiyen tezahür eden demokratik erozyonu açıklamamıza mani olacaktır. Bu iki dönem birbiriyle anti tez değildir; daha ziyade birbirinin devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Nitekim bu yazının temel argümanı şu’dur ki: Bugün Türkiye’de hüküm süren otoriteryen rejimin temelleri, 2002-2011 Türkiye ekonomisinde yatmaktadır. Şüphesiz ki demokratik erozyon birçok farklı faktörler ile açıklanabilir.[8] Fakat kanaatimce, bugün ki Türkiye’deki otoriteryen rejimin kökleri 2002-2011 döneminin politik ekonomisinde yatmaktadır. AKP hükümeti, iktidara ilk geldiği andan itibaren kapsamlı bir ödül-ceza sistemi oluşturarak kendine sadık bir burjuvazi yaratmayı hedeflemiş ve kendi yandaşlarına sermaye transferi amacıyla mütemadiyen devlet içi denetim mekanizmalarını, yargı organlarını, özerk kurumları aşındırmış, kendisine muhalif bakan sermaye gruplarını da sindirmeye çalışmıştır. Bunun karşılığında hükümete sadık sermaye grupları ise, gerek yandaş medyanın fonlanması, gerek kampanya bağışları ve parti organizasyonuna özel kaynak temini yoluyla AKP’ye yardım etmiş ve güçlendirmiştir. Başka bir deyişle ortada simbiyotik bir ilişki mevcuttur. Nitekim, Esen ve Gümüşçü’nün işaret ettiği gibi, işte bu 2002’den beri süregelen iş dünyası ile AKP arasındaki simbiyotik ilişki de Türkiye’de otoriteryen rejimin temelini teşkil etmiştir. [9] 

 

Barrington Moore başta olmak üzere birçok kişi burjuvazinin demokrasinin temelin yatan en temel bileşen olduğunu iddia eder.[10] Burjuvai ve ticari değerlerin demokrasinin yerleşmesinde Tocqueville ve Montesquieu’nun tespit ettiği gibi önemli bir role sahip olmasına rağmen, Bellin’nin ifade ettiği gibi esas itibariyle tüm sosyal sınıflar “olumsal” demokrattır ve iki tane temel faktör onların siyasal ajandalarını şekillendirir, yani iki temel faktör onların demokratik rejime olan yaklaşımlarını belirler: 1) Devlete olan bağımlılığı 2) ayrıcalıklarını kaybetme korkusu.[11] Yani, devlete tamamen bağımlı ve olası bir iktidar değişikliğinde mevcut iktidar tarafından kendilerine bahşedilmiş ayrıcalıkları kaybetme korkusu yaşayan bir burjuvazi gayet açık bir şekilde otoriterleşmeyi hoşgörebilir. Türkiye’deki demokratik erozyonun arkasında yatan sebep, mevcut kaynakların hükümet tarafından iktidarın sosyal tabanına; hukuku ihlal edercesine ve partizanca dağıtılmasıdır. Bunun sonucundaysa muktedirlerin olası bir iktidar değişikliğinde karşılaşacağı kovuşturma ve yaptırımlar, serbest seçimler yoluyla iktidardan ayrılmalarının maliyetini arttırır ve bu da muhalefeti ve iktidarlarına olası bir rakip olarak gördükleri aktörleri hoşgörmenin maliyetini arttırır. Waldner ve Lust’ın işaret ettiği gibi, tolere etme/hoşgörü ve baskının(supression) maliyetindeki kaymalar otoriterleşmeye zemin hazırlar.[12] Nitekim bir iktidar için, rakiplerini tolere etmesinin maliyeti artıp, muhalefeti bastırmanın maliyeti azalırsa; o zaman rejim otoriter bir yörüngeye evrilecektir. İşte iktidarı ve partizan kaynak dağıtımı sonucu elde edilen ayrıcalıkları kaybetme korkusu da, rakip iktidar odaklarını tolere etmenin/hoşgörmenin maliyetini arttıracaktır. Acemoğlu ve Robinson da yeniden kaynak dağıtımı korkusunun, demokratik çöküşte önemli bir role sahip olduğunu ifade eder.[13]  Aynı şekilde partizan kaynak dağıtımı sonucu sermaye birikimini katlayan burjuvaziyse, olası bir iktidar değişikliği durumunda partizan kaynak dağıtımı sayesinde elde ettiği imkanları kaybedeceğinden korkar. Sonuç olarak hükümetin partizan kaynak dağıtımı mekanizması sonucunda elde ettikleri kaynakları kaybetme korkusu, hoşgörü maliyetlerini arttırır.

 

Esen ve Gümüşçü’nün ortaya koyduğu gibi AKP’nin otoriterleşmesinin kökeninde; AKP’nin, iktidar yanlısı ekonomik elitlerin ve şehirli yoksulların yer aldığı bir bağımlılık üçgeni yatmaktadır.[14] Bağımlılık üçgeninden kasıt, 3 temel aktörün, birbirinin hareketlerine bağımlı olmasıdır. İşte bu birbirine bağımlılık olgusu da AKP’nin temelinde yatan sınıflar arası koalisyonu muhafaza etmektedir. Bu koalisyon ifade edildiği gibi: AKP, ekonomik elitler ve şehirli yoksullardır. Ekonomik elitler sermaye birikimi için kamu ihaleleri, ucuz kredi, vergi indirimleri, imar izinleri bağlamında AKP’ye bağımlıdır. AKP ise bunun karşılığında onlara finansal kaynaklar, medya gücü ve yandaş medya finansmanı, kampanya bağışları, AKP yanlısı STK’lara bağış bağlamında bağımlıdır. Şehirli yoksullar ise seçimlerdeki önemleri sebebiyle siyasal destek bağlamında son derece önemlidir ve aynı şekilde onların desteği, otoriteryen siyasal gücü ve akp-iş dünyası arasındaki partizan kaynak dağıtımını da meşru bir kılıfa sokabilmektedir. Bu sebepten dolayı AKP ve AKP iktidarının partizan kaynak dağıtımı mekanizmasıyla zenginleşen ekonomik elitler bu kesime bağımlıdır. Bu kesimler ise desteklerinin karşılığında, AKP ve AKP yanlısı vakıflardan seçici surette dağıtılan sosyal yardım, iş olanakları elde etmektedirler. Şimdiyse bu üçlü bağımlılık üçgenindeki aktörlerin ilişkileri daha ayrıntılı şekilde ele alınacak ve ardından da bunun Türkiye’de nasıl demokratik çöküşe sebep olduğu analiz edilecektir.


Milli görüş hareketinin ideolojik ekseni içerisinde küçük anadolu dindar burjuvazisinin çok büyük etkileri vardı.[15] Fakat bununla beraber parti kimileri tarafından sosyalizan olarak adlandırılmakta ve sermaye grupları tarafından çekimser karşılanmaktaydı. 1980 sonrası Türkiye’nin neoliberal dünyaya eklemlenmesi sonrasında yeni sanayi merkezleri ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da yeni tip bir dindar iş adamı grubu doğmuştu.[16] Bu yeni tip muhafazakar burjuvazi Milli Görüş’ün ekonomik programına son derece eleştirel bakmaktaydı. Öyle ki muhafazakar sermaye gruplarının başat temsilci örgütü olarak bilinen MÜSİAD’ın kurucu başkanı Erol Yarar, MÜSİAD’ın Erbakan’ın “Adil Düzen” programı hakkında son derece şüpheci ve endişeli olduğunu ve iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisini, Adil Düzen’e tercih edeceklerini ifade etmişti.[17] Gümüşçü ve Sert bu durum hakkında şöyle yazar: “Dindar iş adamları, Erbakan gibi bir liderden çok, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi ekonomik olarak liberal, sosyal olarak muhafazakar bir lider özlemi içindeydiler.”[18] Nitekim ilk başta Milli Görüş içerisinde “Yenilikçiler” ismiyle filizlenen, ardından da Adalet ve Kalkınma Partisi’ne dönüşen siyasal hareket, Milli Görüş’ün aksine, neoliberal denilebilecek ekonomik programıyla bahsi geçen bu muhafazakar burjuvazinin desteğini almayı başarabilmişti.[19] Nitekim yeni rejimin inşaasında AKP-iş adamı ilişkisi merkezi bir role sahip olacaktı.


Öncelikle bu ilişkiyi ve AKP’nin nasıl yandaş burjuvaziye ilk döneminden itibaren partizanca kaynaklar dağıttığını anlamak için AKP’nin, devletin içinde bulunan ve partizan kaynak dağıtımını engellemekle yükümlü bağımsız ve özerk denetim kurumları karşısındaki tavrını ve politikasını kavramak zaruridir. AKP hükümeti, kamu kaynaklarının ve sermayenin partizanca dağıtımına zemin oluşturmak için bağımsız düzenleyici kurumları mütemadiyen zayıflatma ve bağımsız düzenleyici kurumların özerk niteliklerine de son verme amacını gütmüştü. 1980’lerde yapılan neoliberal reformları, bunları kurumsallaştıracak ve istikrarlı bir yapıya sokacak kurumsal reformlar takip etmemişti. 1980’ler boyunca yapılan neoliberal reformlarda ekonomik değişimlerin yasal ve kurumsal altyapısı görmezden gelinmiş, kalıcı uzun vaadeli kurallar yerine kişisel ve keyfi tavırlar öne çıkmıştı.[20] Mesela 1980’lerde ANAP hükümetleri, bir özelleştirme kanunu çıkarmak ve böylece özelleştirmeleri hukuksal ve kurumsal bir bağlama oturtmak yerine, özelleştirmeleri hükümet kararnameleriyle yürütmeyi seçmişti.[21] 1990’lar boyunca, 80’lerdeki reformları kurumsal bir eksene oturtma teşebbüsleri sürse de[22] asıl olarak bu olgu, Derviş reformlarıyla gündeme gelecekti.[23] 2001 ekonomik krizinin ardından hayata geçirilen piyasa reformları, ekonomi ile siyaseti ayırmak üzerine tasarlanmış ve bu bağlamda bir dizi yeni Bağımsız Denetim Kurulu(BDK) kurulup mevcut olanların özerklikleri ve güçleri arttırılmıştı.[24] Bu dönemde 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile kurulan Kamu İhale Kurumu(KİK) ayrı bir öneme sahipti. KİK’in temel işlevi kamu ihale sürecini denetlemek ve ortaya çıkan yasa ihlallerine, yolsuzluklara ve partizanca hareketlere karşı gerekli yaptırımları uygulamaktı.[25] Öyle ki Kamu İhale Kurumu(KİK) kurucu başkanı Şener Akkaynak, basın açıklamasında yeni ihale yasasının yürülüğe girmesiyle beraber siyasilerin kamu ihale piyasası üzerindeki etkisinin biteceğini açıklamıştı.[26] Nitekim Buğra ve Savaşkan Kamu İhale Kanunu ile KİK’in amaçlarını şöyle yazar: “(..)kamu ihale usullerini şefaflaştırmak ve hükümetin keyfi müdahalelerini sınırlandırmak için devreye sokulmuştu.”[27] Erdoğan da Aralık 2002 gibi erken bir tarihte Kamu İhale Mevzuatı hakkkında hoşnutsuzluğunu ifade etmişti.[28] Sonuç olarak 2003-2013 arasında AKP hükümetleri ihale yasasını 29 kez değiştirdi, yasanın kapsamında ve çeşitli maddelerinde 100’den fazla değişiklik yapıldı.[29] 2003 yılında Kamu İhale Kanunu’nda yapılan değişikliklerle enerji, su, ulaştırma ve telekomünikasyon sektörlerinde faaliyet gösteren teşebbüs işletme şirketler; KİT’ler, Belediye Şirketleri yasanın kapsamından çıkartılarak denetimden muaf tutulmuştu.[30] 2003 yılında İhale Kanunu’na yapılan bu değişiklikler Avrupa Birliği’nin Türkiye İlerleme Raporu’nda da, “kamu ihale sistemini müktesabata yaklaştırmak yerine, daha da uzaklaştırmış” denilerek eleştirilmişti.[31] 2004 yılının Temmuz ayında Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak TBMM’ye gönderilen başka bir yasa da Kamu İhale Kurumu’nun yetki alanını ve özerkliğini azaltıyordu. Eskiden KİK üyeler, Maaliye Bakanlığı, Bayındırlık İskan Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı, Danıştay, Sayıştay, TOBB ve TİSK tarafından öne sürülen kişiler arasından atanırken[32] bu değişiklik ile artık tüm üyeler doğrudan Maliye Bakanının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca atanmaya başlandı. Aynı şekilde Kurul Kararlarının yerindelik denetimine tabi tutulamayacağı hükme bağlanmıştı.[33]

2008 yılında Kamu İhale Kanunu’ndaki başka bir değişiklikle Kanun metninden “Kurum gerekli gördüğü takdirde kanun ve mevzuat hükümlerine aykırılık bulunduğuna ilişkin iddiaları da inceler ve sonuçlandırır.” İfadesi çıkartılmıştı ve böylece mesela bir vakıadaki usülsüzlüklerle ilgili medyadaki haberlere dayanarak, kamu ihalesini soruşturma yetkisi kaldırıldı. Böylece kurum artık sadece ihaleye katılan firmalardan birisinin şikayeti üzerine soruşturma yapabilir hale geldi.[34] AKP tarafından Kamu İhale Kurumu Başkanı olarak atanan Hasan Gül, bu dönemde yapılan değişikliklerin yolsuzlukla mücadeleye engel olacağı eleştirilerine karşılık “benim yolsuzlukla mücadele gibi bir misyonum yok” demişti.[35] Aynı şekilde pek pek çok istisna eklenerek yasanın kapsamı daraltılmıştı. Mesela 2008’deki değişikliklerden sonra yasadaki istisnalar sekizden on dokuza çıkmıştı.[36] Böylece birçok kamu alımı, kanun kapsamına çıkarılmıştı. Mesela Milli Eğitim Bakanlığının 4.2 Milyar dolar değerindeki FATİH projesi bu yasanın denetiminden muaf tutulmuştu.[37] 2011 yılında yapılan başka bir değişiklikle özelleştirme sürecindeki Kamu Bankaları da Kamu İhale Yasası’nın kapsamı dışına çıkarıldı.[38] Bunun dışında 2005 tarihli, 5366 sayılı, Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenmesi Hakındaki Kanun ile yenileme alanlarında yapılacak uygulamalarda her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işleri Kamu İhale Kanunu hükümlerinden muaf tutulmuştu. Gürakar bu konu hakkında şöyle yazar:

“Emek Sineması-Grand Pera AVM projesi, Ayvansaray Kentsel Yenileme Projesi, Fener Balat Dönüşüm Projesi, Sulukule Dönüşüm Projesi, Tarlabaşı Dönüşüm Projesi, Örnektepe Dönüşüm Projesi, Yenikapı Meydanı Düzenleme Projesi gibi toplam proje bedeli milyarlarca TL'yi bulan yapım işleri, 5366 sayılı yasa ile ihale kanunu kapsamı dışına çıkarılan projelerden bazılarıdır.”[39]

 

Bu değişiklikler sayesinde hükümet 2002-2014 arasında toplamda 500 Milyar Dolar değerindeki Kamu İhalelerini bürokratik ve hukuksal denetimden muaf tutmuştu.[40]  Kapsamı ve özerkliği sınırlandırılan tek kurum KİK değildi, tam tersine birçok denetim mekanizması AKP’den nasibini almıştı. Mesela 2010 yılında, Sayıştay’ın 

“Kamu kaynaklarının kullanımını” denetleme yetkisi ciddi anlamda kısıtlanmış ve kurumun gözetiminden TOKİ gibi birçok kuruluşu muaf tutan hükümler çıkarılmıştı.[41]

En sonunda da 2011 tarihli, 643 ve 649 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle 

hükümet, aralarında Kamu İhale Kurumu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun da bulunduğu çok sayıda BDK üzerinde kontrol sağlamış ve bu BDK’ların özerkliklerine fiilen son verilmiştir.[42]

Bu değişikliklerin sonucu ise Kamu İhale sistemindeki şeffaflığın azalışıydı. Bu değişiklikler neticesinde 2005-2014 yılları arasında açık artırma yoluyla kamuya açık şekilde verilen sözleşmeler toplam sözleşmelerin %71'inden %52,5'ine düşerken, daha az şeffaf ihale usulleri %29'dan %47,5'e yükseldi. Kamuya açık olmayan ihale yoluyla verilen sözleşmelerin değeri, verilen tüm sözleşmelerin %10'undan %17'sine yükseldi.[43]  

 

Tüm bu olgulardan anlaşılabilir ki AKP ilk iktidara geldiğinden beri Kamu İhale Sisteminin şeffaflığını ve özerkliğini kaldırmaya çalışmış ve böylece partizan kaynak dağıtımına temel oluşturmuştur. Peki bu husus sonucunda kamu ihale sisteminde ortaya çıkan partizan kaynak dağıtımının boyutları nedir? Sanıyorum ki bu boyutların ampirik olarak ortaya koyulması, AKP-yandaş burjuvazi arasındaki işbirliğinin boyutunu gösterecektir. Gürakar yaptığı çalışmasında, 2004 ila 2011 yılları arasında imzalanan 49.355 yüksek değerli kamu ihalesinin(yüksek değerden kasıt, her birinin değeri en az 1 milyon TL’dir.) yüzde 38’ini AKP ile doğrudan bağlantılı firmaların(AKP yetkilileri veya onların yakın aile üyeleri veya hükümet yanlısı iş derneklerinin üyeleri tarafından kurulan firmalar) aldığını, yüzde 45’iniyse çoğunlukla AKP ile gayri resmi bağlantıları olan (belediyeler, yerel şubeler vb. aracılığıyla) “yerli firmalar”ın aldığını tespit etti.[44] Ayrıyeten şu da ifade edilmeye değer ki siyasi bağlantıları olan firmalar kısıtlı ve daha az şeffaf usullerle verilen ihalelerin dörtte üçünü aldılar.[45]

Benzer şekilde Gürakar ve Bircan'ın tespit ettiği gibi, 2004 ile 2011 yılları arasında değeri 100 milyon TL'nin üzerinde olan inşaat ihalelerinin yüzde 64'ünü yine AKP ile bağlantılı firmalar aldı.[46] Hülasa görülebileceği gibi AKP’nin ilk iki döneminde Kamu İhale Sistemi aracılığıyla yandaş burjuvaziye çok büyük bir sermaye aktarımı vuku bulmuştu. Fakat söz konusu sermaye aktarımı sadece bununla da sınırlı değildi. Örneğin TOKİ, AKP’nin yandaş ekonomik elitlere partizan kaynak dağıtımında önemli bir rol oynamıştır. TOKİ 2004 yılında doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı ve Toplu Konut Yasası’na eklenen 5. Madde ile Sayıştay denetiminden çıkarılmıştı.[47] 2004-2014 arasında TOKİ sözleşmelerinin yüzde 60’ından fazlası da aynı şekilde siyasi olarak bağlantılı firmalara verilmiştir.[48] TOKİ’nin 2010 yılı itibariyle toplam varlıklarının Türkiye Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın yüzde 2’sine tekabül ettiği düşünülürse, ortada gerçekleşen sermaye aktarımının inanılmaz boyutları anlaşılacaktır. 

 

Özelleştirme de partizan kaynak dağıtımında temel bir rol oynamıştır. Özelleştirme hükümetlerin 1980’den beri gündeminde olmasına rağmen büyük ölçüde hayata geçirilmemişti. Esas olarak büyük çaplı özelleştirmeden 2004 sonrası bahsetmek mümkündü.[49]  Totalde AKP iktidarında 62 milyar dolar değerinde özelleştirme yapıldı.[50] Açıkçası şahsen ben prensip olarak özelleştirmeye karşı olan birisi değilim, bilakis özelleştirme çoğu örnekte gördüğümüz gibi verimliliği arttıran bir olgudur. Fakat bu süreç Türkiye’de esas itibariyle devleti küçültmemiş, tam tersine sermayenin yönlendirilmesi hususunda devletin gücünü arttırmıştır.[51] Zira yapılan özelleştirmelerin önemli bir kısmında salt iktisadi hesaptan ziyade siyasal bir saike müstenitti.[52] Örneğin özelleştirmelerin yapılış şekli hususunda enerji sektörü yol gösterebilir. 2001 krizi sonrası enerji sektörünün ve elektrik dağıtımının özelleştirilmesi kararı alınmıştı ve bu da AKP yanlısı iş adamları için oldukça kazançlı bir sektör haline dönüşecekti. AKP döneminde elektrik dağıtımı ihalelerin ezici çoğunluğunu AKP ile doğrudan bağlantılı firmalar kazanmış ve onlar elektrik dağıtımını üstlenmişlerdi. Özcan ve Gündüz’ün saptadığı gibi 2002-2013 arasındaki 20 elektrik dağıtım ihalesinin 16’sı AKP ile doğrudan bağlantılı firmalara verilmişti.[53] Özcan ve Gündüz’ün yine tespit ettiği gibi 2003-2007 arası gerçekleşen gaz dağıtımının özelleştirmesinde doğrudan AKP ile bağlantısı olan şirketler, 19 büyükşehirin 15’inde gaz dağıtımını kamudan devralmıştı.[54] Ayrıca 2003-2013 arasında AKP ile bağlantılı şirket ve holdinglere özel olarak vergi indirimleri ve vergi afları dağıtılırken, iktidara nispeten eleştirel bakan kurumlara ise politik saiklerle vergi cezaları kesilmekteydi.[55]   Özcan ve Gündüz başka bir çalışmasındaysa 2003-2011 arasında Türkiye’nin en büyük 1000 Endüstri şirketini izleyerek ampirik olarak şu sonuca varmaktaydılar: 

“Bulgularımız, siyasi bağlantıları olan firmaların, AKP iktidarı altında satış, katma değer ve kâr oranı artışı bağlamında AKP ile bağlantılı olmayan firmalara göre anormal bir performans sergilediğini gösteriyor.”[56] Yani AKP ile bağlantılı olan firmalar bu dönemde ortalamaya göre anormal sayılabilecek derecede yüksek bir performansa sahipti.

 

Tüm olgular bağlamında ifade edilebilir ki AKP, ilk döneminden itibaren partizan kaynak dağıtımı mekanizmasını yandaş burjuvazi için seferber etmiş ve korkunç miktarlarda yandaş burjuvazinin sermaye birikimine vesile olmuştur. Peki AKP karşılığında bu yandaş burjuvaziden ne elde etti? Zira yukarıda ifade edildiği gibi ortada bir bağımlılık ilişkisi mevcuttu. Esen ve Gümüşçü şöyle yazar: “İktidardaki AKP'den beslenen iş adamları, bu iyiliklere hükümet yanlısı medyaya yaptıkları yatırımlar, partiye ve AKP yanlısı hayır kurumlarına yapılan bağışlar ve kampanya katkılarıyla karşılık verdiler.”[57] Cidden AKP yanlısı medyasına ve AKP yanlısı sivil toplum kuruluşlarına söz konusu ekonomik elitler tarafından astronomik sayılabilecek miktarda bağış yapılmıştı[58], bu da AKP’nin iktidarını daha fazla konsolide etmesine ve parti mekanizmasını daha iyi finanse etmesini sağlıyordu.

 

Bu arada AKP, şehirli yoksul grupları günlük geçimleri için partiye bağımlı kılarak, sosyal yardımı partizan bir mekanizmaya dönüştürdü. Sosyal yardımın partizanca dağıtımında AKP örgütü çok hayati bir rol oynamaktaydı. AKP, çoğu mahalle düzeyinde aktif olarak örgütlenmiş yaklaşık 11 milyon üyesiyle açık ara Türkiye'nin en güçlü ve en örgütlü partisidir. Modern Türkiye tarihinde başka hiçbir siyasi parti, AKP kadar örgütünü bu kadar büyütememiştir.[59] Esen ve Gümüşçü durumu şöyle izah eder: “Erdoğan'ın önderliğindeki parti teşkilatı, yerel düzeyde hedef grupların belirlenmesinde ve onlara ulaşılmasında merkezi bir rol oynuyor.  Baykan'ın da belirttiği gibi, AKP'nin "kitlesel üye örgütü" yıl boyunca aktiftir ve "ülkenin en ücra köşelerine kadar nüfuz eder".  Partinin 1,5 milyondan fazla aktivisti barındıran yerel şubeleri, haftalık mahalle toplantılarında partinin merkezi olarak tanımlanmış stratejisini koordine eder, ihtiyacı olanları belirler, bu ihtiyaçları parti hiyerarşisinin üst seviyelerine iletir ve kayırmacı dağıtımının etkin bir şekilde çalışmasını sağlar.”[60]

AKP, kaynakları şehirli yoksullara şartlı nakit transferleri, tüketim maddeleri, gıda kuponları ve sübvansiyonlu elektrik şeklinde dağıtımını sağladıkça, şehirli yoksullar AKP hükümetine her zamankinden daha fazla bağımlı hale geldi.

Nitekim Cammet ve Luca, çalışmalarında 2003’ten 2014’e kadar Türk hükümeti harcamalarının, AKP’nin sosyal harcamalarının hükümete verilen desteğe bağlı olarak farklı seçim bölgelerine partizanca dağıtıldığını tespit eder.[61] Hükümetin sosyal yardım mekanizmasını partizanca inkişaf ettirdiğinin bir diğer kanıtı, 2015 genel seçimleri öncesinde sosyal yardımın 4 katına çıkması ve hükümetin bütçesinden bir dereceye mahsus 10 milyonlarca liralık sosyal yardım dağıtmasıydı.[62] Genel olarak tüm bu sosyal refah mekanizması şeffaflıktan yoksundu ve büyük ölçüde merkezi hükümetin takdirine bağlıydı.[63] Bu dönemde AKP’li yerel yönetimler de seçici bir şekilde oy karşılığında sosyal yardım dağıtmaktaydı.[64]  Sonuç olarak AKP hükümeti sosyal yardımı, kilit seçim bölgelerindeki düşük gelirli gruplardan siyasi desteği en üst düzeye çıkarmak için etkili bir araç olarak kullanmış ve bu sırada AKP’nin en ücra mahallelere bile erişebilen parti örgütü ihtiyaçların tespiti ve kaynakların dağıtımı rolünü üstlenmişti. Bunun yanı sıra AKP yanlısı ekonomik elit tarafından finanse edilen sivil toplum kuruluşları da bu sosyal yardım dağıtımı aracılığıyla gerçekleşen rıza üretiminde önemli bir yere sahip olmuştu.[65] Örneğin Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı bunun bir örneğidir.[66] Parti organları aracılığıyla dağıtılan bu sosyal yardım sonucu şehirli yoksullar günlük yaşamlarında partiye bağımlı hale gelmekteydiler ve bunun karşılığında da AKP siyasal destek için onlara bağımlıydı.

 

Sonuç olarak bahsi geçen ve ilk AKP hükümetinden beri inşaa edilen, “üçlü bağımlılık üçgeni” şu surette açıklanabilir: 

(1) AKP, AKP yanlısı ekonomik elitlere, ihale/vergi afları/özelleştirmeler vb. yoluyla kaynak aktarımı yapıyor. (2) Ekonomik elitler bunun karşılığında parti örgütünü, seçim kampanyalarınu ve yandaş medyayı finanse ediyor. (3) AKP hükümeti, parti ve devlet mekanizması aracılığııyla sosyal yardımı partizan bir meta haline getirerek şehirli fakir grupları kendisine bağımlı kılıyor ve partizan bir refah sistemini inkişaf ettiriyor.(4) Şehirli yoksullar, iş adamları ve AKP’nin kamu kaynaklarına erişimlerini devam ettirmek için seçimlerde AKP’yi destekliyor. Peki bu olgular nasıl oldu da Türkiye’de demokrasinin erozyona uğramasına neden oldu?

 

Esasen bu mekanizma tamamiyle yolsuzluk ve kayırmacılık üstüne bina edilen partizan kaynak dağıtımına dayanmaktaydı. Bu mekanizma iktidar partisi ve destekçilerinin siyasal hesaplarlarını, görevden alınmaları durumunda karşılaşacakları büyük rant kaybı, kovuşturma, devr-i sabık ve partizanca kontrolünü ellerine geçirdikleri kamu ve özel kaynakların yeniden dağıtım olasılığı sebebiyle artık iktidarı kaybetmeyi göze alamayacakları bir noktaya getirmişti. AKP’nin iktidardan düşmesi durumunda ayrıcalıklarını kaybedecekleri korkuları onların olası iktidar rakiplerini  hoşgörüyle karşılamalarının maliyetlerini arttırmıştı. Gerçekleşen bu partizan kaynak dağıtımı ve bağımlılık ilişkisi seçimi kaybetmenin maliyetini fevkalade surette arttırmıştı. Artık iktidar değişirse, sadece Meclis’teki AKP çoğunluğu veya kabinedeki kontrol kaybedilmeyecek; yüz milyarlarca dolar değerindeki rant ve kaynaklar da bununla beraber yitirilecek ve aynı zamanda bu da yetmezmiş gibi AKP’nin iktidar odakları işledikleri bu suçlar sebebiyle (doğal olarak) bir kovuşturmaya maruz kalacaktı. İşte siyasal mücadelenin ucunda yatan inanılmaz büyük menfaat ve çıkar hiç olmadığı kadar yükselmişti ve bu da seçimi kaybetmenin maliyetini iktidar odakları için tasavvur bile edilemeyecek nitelikte korkutucu bir seviyeye taşımıştı. 20 yılda inşaa edilen, değeri trilyonları bulan rant ve kaynağı kaybetme riski, özgür ve adil seçimler yoluyla parti elitleri ve onlara bağımlı olan yandaşların iktidarı kaybetme maliyetini arttırdı. Bu olgunun kaçınılmaz sonucuysa AKP ve ona bağımlı olan toplumsal grupların hoşgörü ve iktidara rakip odakları tolere etme maliyetinin tabiri caizse arşa çıkmasıydı. Hoşgörünün AKP için maliyeti arttıkça, hükümet halkın barışçıl protestolarını bastırdı, muhalefeti kriminalize edildi ve yıpratmaya çalıştı ve ferdin hak ve hürriyetlerini mütemadiyen ihlal etti. Sonuç olarak ise siyasetteki rekabet giderek azaldı ve Türkiye’deki rejim giderek demokratik niteliğini yitirdi. Keza AKP hükümetinin partizan refah dağıtımı sistemine bağımlı hale gelen sosyal yoksul sınıflar için de hoşgörünün maliyeti artmıştı. Bu süreç içerisinde sürekli AKP propaganda makinesi olası bir iktidar değişikliğinde bu sınıfların iş ve refah imkanlarını kaybedeceklerini artiküle etmekte ve bu sebepten dolayı onları daima muhalif odaklara karşı bir teyakkuzda tutmaktaydı. Nitekim Bellini’nin yukarıda bahsedilen “olumsal demokrat” kavramsallaştırması[67] da hatırlanırsa, devlete bu derece bağımlı hale gelmiş zümrelerin otoriteryen gidişatı tasvip etmesi de anlaşılırdı. 

AKP taraftarlarının iktidar partisine artan bağımlılıkları nedeniyle siyasi maliyet fonksiyonları değişmişti ve AKP iktidarında elde ettikleri maddi kazanımları kaybetme korkusu, muhalefete karşı tahammülsüzlüklerini arttırdı.[68] Nitekim yapılan onlarca kamuoyu araştırması da bunu kanıtlar niteliktedir. Örneğin yapılan bir ankette, AKP seçmeninin yüzde 75’i muhalefeti demokrasinin bir parçasından ziyade hükümetin işlerini yavaşlatan bir engel olarak gördüğünü ifade etmişti.[69] Aynı şekilde başka bir ankette de mesela AKP seçmeninin yüzde 76’sı hükümetin kamu düzeninini sürdürebilmesi için sansür uygulamalarını desteklediğini ifade etmişti.[70] Bunun gibi birçok anket AKP destekçileri arasında yalnızca muhalif faaliyetlere yönelik hoşgörünün ve ifade özgürlüğünün yüksek maliyetini değil, aynı zamanda baskıya karşı yüksek toleranslarını da ortaya koymaktadır. 

 

            Sonuç olarak iktidar partisi, kayırmacılık ve yolsuzluğa müstenit kaynak dağıtımı yoluyla ekonomik seçkinler ve şehirli yoksullar arasında son derece partizan bir taban oluşturmuştu. Burada aktörler birbirlerine son derece bağımlı hale geldikleri için, bu; bir tür döngüye dönüşmüştü. Tevdi edilen kaynak ve ayrıcalıkların salt olarak AKP’nin iktidarda kalmasına bağlı olduğu göz önünde bulunursa, iki aktörün de partizanlaşması kaçınılmazdı. Bu mekanizma yukarıda anlatıldığı gibi, iktidarı kaybetmenin maliyetini arttırdı, zira demokratik seçimler artık sadece hükümet ve meclis değişimi anlamına gelmiyordu; yüz milyarca dolarlık rant ve sermaye birikimi işin ucundaydı. Bu olgu da sınıflar arası koalisyonun ve AKP liderliğinin “hoşgörü” maliyetini arttırdı ve muhalefeti “bastırma/sindirme” maliyetini azalttı yani buna teşvik sağladı. Bunun neticesindeyse demokratik hak ve hürriyetler düzenli şekilde ihmal edildi, zamanla Türkiye’de rejimde otoriteryen rüzgarlar esmeye başladı ve bir demokratik erozyon tezahür etti. Gösterildiği gibi bu demokratik erozyonun merkezinde yatan partizan kaynak dağıtımını inşaa etme teşebbüsleri, esasen ilk AKP hükümetinden beri mevcuttu ve 2000’ler boyunca sürdü. Bu sebepten dolayı ifade edilebilir ki 2000’ler AKP’siyle 2023 AKP’si arasında çelişkiden ziyade bir devamlılık döngüsü vardrr, zira 2000’ler AKP’si politik ekonomik açıdan bugün ki otoriter rejimin temellerini inşaa etmekteydi. 2019’dan beri Türkiye’de şiddetlenen ekonomik kriz de esasen bu partizan kaynak dağıtımına doğal bir engel oluşturmakta ve bunun sonucunda da iktidarın sosyal tabanının gerilemesine sebep olmaktaydı. Ekonomik kriz neticesinde sınırlanan partizan dağıtımın AKP’nin sosyal tabanını teşkil eden zümrelerin siyasi duruşlarında ne gibi bir değişikliklere gebe olduğu sorusu ise bugün hala cevaplanmayı bekleyen bir sorudur ve sanıyorum ki 14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonuçlara bize bu hususta net bir cevap sunabilecektir.

 

Alp Buğdaycı, İstanbul, Mart 2023.

 

Dipnotlar:

 

[1]  Freedom House, Freedom in The World 2023, Mart 2023, S. 12

[2] Rekabetçi Otoriteryenizm, yani “competitive authoritarianism” kavramı için  bknz: Levitsky, Steven, and Lucan Way. “Elections Without Democracy: The Rise of Competitive Authoritarianism”. Journal of Democracy, vol. 13, no. 2, Apr. 2002, pp. 51-65.

[3] Berk Esen & Sebnem Gumuscu (2016) Rising competitive authoritarianism in Turkey, Third World Quarterly, 37:9, 1581-1606; Gumuscu, Sebnem. “The Emerging Predominant Party System in Turkey.” Government and Opposition 48, no. 2 (2013): 223–44.

[4] Taha Akyol, ‘Laf Dinlemedi’, 2022, S. 171.

[5] Cidden de Acemoğlu ve Üçer ampirik olarak, 2003-2006 arasında son 40 yıldaki en verimli büyüme olduğunu ortaya koyar: Acemoglu, Daron & Üçer, Murat, 2019. "High-quality versus low-quality growth in Turkey : causes and consequences”

[6] Örneğin, Erik Jan Zürcher özellikle bu yıllardan “ekonomi mucize” olarak bahseder: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 387-391

[7] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020 S. 289

[8] Demokratik Erozyon ve sebepleri hakkında kapsamlı bir çalışma için bknz: 

Waldner, David, and Ellen Lust. “Unwelcome Change: Coming to Terms With Democratic Backsliding.” Annual Review of Political Science, vol. 21, no. 1, Annual Reviews, May 2018, pp. 93–113.

[9] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72

[10] Barrington Moore, Social Origins of Dictatorship and Democracy, 1966, S. 418’de bu yüzden “burjuva olmazsa demokrasi olmaz.” diye yazar.

[11] Bellin, Eva. “Contingent Democrats: Industrialists, Labor, and Democratization in Late-Developing Countries.” World Politics, vol. 52, no. 2, Project Muse, Jan. 2000, pp. 175–205. 

[12] Waldner, David, and Ellen Lust. “Unwelcome Change: Coming to Terms With Democratic Backsliding.” Annual Review of Political Science, vol. 21, no. 1, Annual Reviews, May 2018, pp. 93–113.’de s. 107-8

[13] Daron Acemoğlu, James Robinson, Economic Origins of Dictatorship and Democracy, 2006, S. 119

[14] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91. Benzer bir bağımlılık üçgenini çoğu otoriteryen rejimde gözlemlemek mümkündür. Örneğin tam olarak bu minvalde olmasa da Meksika’da PRI rejiminde de benzer bir bağımlılık üçgeni göze çarpmaktadır.(Paul Krugman, Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü ve Küresel Kriz, 2019, S. 23-4)

[15] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 6. Cilt: İslamcılık, 2003, S. 579; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1996, S.487

[16] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 307-310

[17] GUMUSCU, SEBNEM, and DENIZ SERT. “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of the Justice and Development Party in Turkey.” Middle Eastern Studies, vol. 45, no. 6, 2009, pp. 953–68.’de s. 963

[18] A.G.E.

[19] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 309; GUMUSCU, SEBNEM, and DENIZ SERT. “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of the Justice and Development Party in Turkey.” Middle Eastern Studies, vol. 45, no. 6, 2009, pp. 953–68.; Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 86

[20] Ümit Sönmez, Piyasanın İdaresi, 2011, S. 147-164; Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, S. 161; Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 273; Öniş, Ziya. “Turgut Özal and His Economic Legacy: Turkish Neo-Liberalism in Critical Perspective.” Middle Eastern Studies, vol. 40, no. 4, 2004, pp. 113–34.

[21] ÖNIS, ZIYA. “Power, Interests and Coalitions: The Political Economy of Mass Privatisation in Turkey.” Third World Quarterly, vol. 32, no. 4, 2011, pp. 707–24’de s. 714.

[22] Ümit Sönmezi Piyasanın İdaresi, 2011, S. 147-164

[23] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 286

[24] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 123-4. Türkiye’deki BDK’lar ve bunların özerklik durumları hakkında açıklayıcı bir makale için bknz: Zenginobuz, E. Ünal. “On Regulatory Agencies in Turkey and Their Independence.” Turkish Studies, vol. 9, no. 3, Informa UK Limited, Sept. 2008, pp. 475–505. Ayrıyeten ekonominin siyasetdışılaştırılmasının neoliberal bağlamda eleştirel bir analizi için bknz: Bedirhanoğlu Toker, PINAR B. . "Türkiye’de neoliberal otoriter devletin AKP’li yüzü." AKP kitabı , Phoenix Yayınevi, 2009, pp.40-65’de s. 50-2. Bu dönemde Merkez Bankası’nın özerkliğini sağlayan reform süreci için ise bknz: Taha Akyol, ‘Laf Dinlemedi’, 2022, S. 145-163.

[25] Ümit Sönmez, Piyasanın İdaresi, 2011, S. 186-8

Kaynak 26: Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 86

[27] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 125

[28] “Erdoğan: 60 Kişiye Bırakmam”, Sabah, 28 Aralık 2002.

[29] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S.126

Kaynak 30: Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 90-1

[31] Devlet Planlama Teşkilatı: Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, 

Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu, Aralık 2003, S. 57.

[32] Değiştirilmeden önce Kamu İhale Kanunu 53. Maddesi şöyleydi: 

“Kanunun 53. maddesine göre kurumun karar organı, biri başkan, biri ikinci başkan olmak üzere on üyeden oluşan Kamu İhale Kurulu'dur. Kamu İhale Kurulu üyeleri "Maliye Bakanlığı'nca önerilecek iki kişi, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nca önerilecek üç kişi, Hazine Müsteşarlığı'nın bağlı olduğu Bakanlık ile Danıştay ve Sayıştay Başkanlıklarınca önerilecek birer kişi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu tarafından kamu alımları ile ilgili meslek gruplarından önerilecek birer kişi olmak üzere Bakanlar Kurulu'nca atanır". Bakanlar Kurulu, atanan üyelerden birini başkan olarak görevlendirir. Kurul başkanı, kurumun da başkanıdır. Üyelerden biri kurul tarafından ikinci başkan olarak seçilir.“(Ümit Sönmez, Piyasanın İdaresi, 2011, S. 187)

[33] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 92-3

[34] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 128; Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 93-4

[35] “KİK Başkanı: Yolsuzlukla Mücadele Misyonum Yok”, Milliyet, 16 Mayıs 2008.

Kaynak 36: Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 126

[37] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 97; Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 368.

[38] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 126

[39] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 98-9

[40] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1083.

[41] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 353.

[42] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 128; Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 353.

[43] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 355

[44] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 138-150

[45] Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 128; Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 355.

[46] E. C. Gürakar and T. Bircan, ‘Political connections and public procurement in Turkey: evidence from construction work contracts’, ERF Working Paper, 2016.

[47] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 161

[48] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 165

[49 Bu büyük çaplı özelleştirmenin güzel bir politik ekonomik analizi için bknz: 

ÖNIS, ZIYA. “Power, Interests and Coalitions: The Political Economy of Mass Privatisation in Turkey.” Third World Quarterly, vol. 32, no. 4, 2011, pp. 707–24.

[50] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 356.

[51] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 357; Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 130-9.

[52] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 356-8.

[53] G. B. Özcan and U. Gündüz, ‘Energy privatisations, business-politics connections and governance under political Islam’, Environment and Planning C: Government and Policy, 33(6), 2015, pp. 1714–1737.

[54] A.G.E.

[55] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 358-9.

[56] Özcan, Gündüz (2015) Political connectedness and business performance: evidence from Turkish industry rankings. Business and Politics 17(1): 41–73’de s. 65.

[57] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 361.

[58] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72’de s. 361-2; Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021, S. 158-164.

[59] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1081.

[60] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1080.

[61] Cammett, Melani, and Davide Luca. “Unfair Play: Central Government Spending Under Turkey’s AK Party.” Brookings, 9 Mar. 2022, www.brookings.edu/blog/future-development/2018/06/20/unfair-play-central-government-spending-under-turkeys-ak-party.

[62] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1084.

[63] BUGRA, AYŞE, and AYSEN CANDAS. “Change and Continuity under an Eclectic Social Security Regime: The Case of Turkey.” Middle Eastern Studies, vol. 47, no. 3, 2011, pp. 515–28’de s. 521-5

[64] Kesgin, B. "Kentsel Yoksulluğa Yönelik Yerinden ve Yerel Müdahale:Sosyal Belediyecilik" . Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 2012 (2012 ): 169-180; Eder M (2010) Retreating state? Political economy of welfare regime change in Turkey. Middle East Law and Governance

2(2): 152–184’de s. 178.

[65] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1085.

[66] Eder M (2010) Retreating state? Political economy of welfare regime change in Turkey. Middle East Law and Governance

2(2): 152–184’de s. 174-5

[67] Bellin, Eva. “Contingent Democrats: Industrialists, Labor, and Democratization in Late-Developing Countries.” World Politics, vol. 52, no. 2, Project Muse, Jan. 2000, pp. 175–205. 

[68] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91’de s. 1085-6.

[69] A.G.E

[70] A.G.E.

 

 

Yorumlar