Cumhuriyet İktisadına İşçiler Açısından Bakmak

Cumhuriyet İktisadına İşçiler Açısından Bakmak 

 


Erken cumhuriyet tarihi temel makroekonomik verilerle incelenirse, son derece muntazam ve başarılı bir dönem olduğu kanısına varmamak elde değildir. 1923-1929 arasında yıllık ortalama yüzde 10,9, Büyük Buhran’dan sonraki dönemdeyse yıllık ortalama yüzde 9.1’lik güçlü sayılabilecek büyüme oranları mevcuttur.[1] Sanayinin, 1930-9 arasında yıllık ortalama büyüme hızıysa yüzde 11.6 civarında seyretmiş[2] ve Türkiye 1927-1939 arasında en hızlı sanayileşme ivmesine sahip olan dünyadaki 3 ülkeden birisi olmuştu.[3] Kurucu kadro, kapitalist üretim ilişkilerini ve hatta 1934 sonrası bile, özel teşebbüsün önceliğine dayanan bir gelişim stratejisi benimsemiş[4], bu da liberal mülkiyet sistemi ile takviye edilmişti.[5] Nitekim, dönemin sanayileşmesi ampirik olarak incelenirse, 1930-9 arası artan sanayi üretiminin yüzde 75’nin özel teşebbüse ait olduğu[6], devletin sanayi yatırımlarının son derece sınırlı kaldığı[7] ve Bayar’ın başını çektiği, Feroz Ahmad’ın tabiriyle “liberal cumhuriyetçi”[8] kanatın, katı devletçi kanata[9] karşı, devletçiliğin özel teşebbüsçü bağlamda yorumlanması hususunda üstün geldiği açıktır.[10] Genel çerçeve etrafında bakarsak, güçlü bir sanayileşme ve kapitalistleşme tezahür etmiş ve 1929-32 arasındaki Bunalımı muaf tutarsak, türk tarihinde ampirik açıdan rekor olarak sayılabilecek ekonomik başarılara imza atılmıştır. Fakat, bu ifade edilen olgular, bu dönemin iktisadi açıdan kusursuz ve hatasız olduğu izlenimini asla uyandırmamalıdır. Nitekim, bu dönem, özellikle de işçi sınıfı açısından incelenirse, daha eleştirel bir yaklaşıma kayılması olasıdır. Fevkalade ekonomik büyümeye rağmen, bu büyümenin toplumsal sınıflar arasında adaletli olarak dağıtıldığını söylemek zordur. Esas itibariyle bu adaletsiz dağılımın sebebi, Piketty’nin, özel teşebbüse dayalı ekonominin eşitsizlik üretmeye mahkum olduğu[11] tezinden ziyade cumhuriyet döneminde çeşitli toplumsal sınıfların pazarlık güçlerinin mütemadiyen düşüşe maruz kalmasıdır. Bu güçlü ekonomik büyümenin maliyeti, işçi sınıfının omzuna yüklenmişti. Murat Metinsoy şöyle yazar:

“Türkiye'nin(…)devlet öncülüğünde kalkınma ve sanayileşmeye dayalı ekonomi politikası, kısa sürede üretimi ikiye katladı. Öte yandan, işgücünü kontrol etmeye ve işgücünün maliyetini mümkün olan en düşük seviyede tutmaya yönelik sert önlemler, neredeyse tüm ücretliler için eşitsiz gelir dağılımına ve ağır çalışma ve yaşam koşullarına neden oldu. Düşük gelirli şehirli ücretlilerden cumhuriyetin ekonomik kalkınma programlarının bedelini ödemeleri istendi.”[12]

Bu makalede de cumhuriyet döneminde, fiiliyata yansıyan adaletsiz kaynak dağıtımı işçi sınıfı açısından analiz edilecek ve bunun sebebi olan, işçilerin pazarlık güçlerinin düşüşlerinin kurumsal sebepleri ele alınacaktır.

 

Bir çalışanının ücretinin belirlenmesi, kaçınılmaz olarak, işçi-işveren arasındaki bir pazarlık süreci olarak ele alınmalıdır. Bu taraflar arasında pazarlık gücü nispi olarak fazla olan taraf, sonucun, yani ücretin belirlenmesinde; son söz hakkına sahip olacaktır.[13] Reich’ın da altını çizdiği gibi, işçi sınıfının pazarlık gücünün düşmesi, reel ücretlerinin de düşüşüne sebep olacaktır.[14] Esasen bu durum, iktisatçı John Kenneth Galbraith’in “dengeliyici güçler”(countervailing powers) adını verdiği durumla da ilintilidir. Galbraith, eğer işçi ve ücretli çalışanların yeterli bir pazarlık ve piyasa gücü olursa, adaletli ve dengeli gelir dağılımının, devlete ihtiyaç olamadan kendiliğinden gerçekleşeceğini, zira piyasadaki aktörlerin birbirini dengeleyeceğini belirtir.[15] Bu pazarlık gücünün arttıran birçok husus vardır, örneğin: işçinin kalifiye olması, işsizlik oranının düşük olması, sosyal yardımlarının veyahut koruma ücretinin(reservation wage) fazlalığı…[16]) Fakat bu olgulardan en önemlilerinden birisi de, işçinin örgütlenme ve sendika üyeliği bağlamında toplu sözleşme yapabilmesidir.[17] Nitekim, 1980’den beri ABD’de artan sosyal adaletsizliğin en önemli sebeplerinden birisi de sendikalaşma oranının düşmesi ve bu olgununun da işçinin pazarlık gücünü düşürmesidir.[18] 

 

Tabiki, iktisadi eşitsizlik bir ölçüde, piyasa güçlerinin, yani arz ve talebin sonucudur. Piyasa güçlerinin, eşitsizliğin üretimi süresince etkinliğini vurgulayan anlatı, esasen neoklasik iktisadın marjinal üretkenlik teorisi üzerine bina edilmiştir. Marjinal üretkenlik kuramına göre, yük­sek üretkenliğe sahip olanlar topluma yaptıkları katkının büyüklüğünü gösteren gelirler elde ederken, topluma nispeten düşük sosyal katkı yapanlar düşük getiri elde ederler. Her bireyin yaptığı katkının değeri, arz ve talep kanunlarına göre işleyen piyasalarda belirlenir. Eğer bir kişinin nadir bu­lunan ve müstesna bir niteliği varsa, toplam üretime büyük bir katkı sağladığı için piyasa bu kişiyi yüksek bir seviyede ödüllendirecektir. Fakat bu kuramın belli sorunları vardır, her şeyden öte dışsallıkları göz ardı etmektedir. Eğer bir piyasada dışsallık oluşursa, o zaman marjinal üretkenlik kuramının tersine, bireysel getiri ile sosyal katkı arasındaki bağ kopacaktır. Yani ekonomik dışsallıkların yaygın olduğu senaryoda, piyasadaki kişisel kazanımlar ve sosyal katkılar arasındaki bağlantı sönümlenecek ve böylece piyasa verimsiz sonuçlar doğuracaktır.[19]  Ne var ki, bilginin asimetrik olarak dağıldığı (ki çoğu zaman serbest piyasalarda durum bu’dur) bir piyasada yoğun dışsallıklar oluşur ve böylece de verimsiz sonuçlar ortaya çıkar.[20] Hülasa, iktisadi eşitsizliği incelerken, arz/talebin ve diğer piyasa güçlerinin ötesine geçilmeli ve siyasi/kurumsal dinamikler üzerinde durulmalıdır. Zira, iktisadi eşitsizlik seviyesi piyasa güçlerinden ziyade siyasi sürecin, piyasanın kurumsal dinamiklerini şekillendirmesi sonucu oluşur.[21] Joseph Stiglitz şöyle yazar: 

“(Eşitsizlik) ik­tisadi olduğu kadar siyasal süreçlerin de bir sonucu(dur)(…) Mo­dern bir ekonomide devlet oyunun kurallarını belirler ve bu kuralları uygu­lar: Adil rekabetin ne olduğu, hangi davranışların rekabet karşıtı ve yasadı­şı sayıldığı, kişinin borçlarını tamamıyla ödeyemediği iflas durumlarında ki­min eline ne geçeceği ve hangi eylemlerin dolandırıcılık olarak tanımlanıp yasaklandığına dair kuralları. Devlet aynı zamanda (bazen açık, bazen üs­tü kapalı şekilde) kaynak aktarımları yapar ve vergiler ve sosyal harcamalar aracılığıyla piyasanın oluşturduğu, teknoloji ve siyasetin şekillendirdiği ge­lir dağılımını düzenler.””[22]

 

Sonuç olarak ifade edilebilir ki, siyasi kurumların bir sonucu olarak, pazarlık gücü az olan bir toplumsal sınıf, kaçınılmaz olarak pastadan daha az bir pay alacaktır. Bu pazarlık gücü, esas itibariyle sosyal faktörlere bağlı olduğu gibi, daha ziyade ifade edildiği gibi kurumsal faktörler, yani ekonomideki kurumların teşkil ediliş biçimiyle yakından bağlantılıdır. Yani, eşitsizlik siyasi bir olgudur. Bu husus, Stiglitz’den iki farklı alıntı yaparak netleştirilebilir.

Stiglitz şöyle yazar:

“Hipotezimiz, piyasa güçlerinin gerçek olduğu, ancak bu güçlerin siyasal süreçlerce şekillendirildiği yönündedir. Piyasalar, yasalar, düzenlemeler ve kurumlarca şekillendirilirler. Her yasa, her düzen­leme ve her kurumsal yapının gelir dağılımı üzerinde etkileri vardır.” [23] 

“Devletin en önemli rolü, örneğin sendikalaşmayı teşvik eden veya etmeyen kanunlar çıkararak, kurumsal yönetim kanunları aracılığıyla şirket yöneticilerinin gücünü belirleyerek ve tekel rantlarının boyutunu sınırlandırması gereken rekabet yasaları aracılığıyla, oyunun temel kurallarını koymaktır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, neredeyse tüm yasaların dağlım üzerinde etkileri vardır; bazı gruplar genellikle diğerlerinin pahasına yarar sağlarlar.”[24]

Yani, bir devletin ekonominin formel kurallarını belirlerken(örneğin; iş kanunu çıkarıp, işveren ile işçi arasındaki ilişkinin düzenlenmesi), yapacağı tercihler de sosyal adaleti olumlu veya olumsuz açıdan etkileyecektir.

 

Türkiye örneğine dönersek: Şüphesiz ki, bırakın kalifiye olmayı; okuma yazmayı bile bilmeyen, düzgün işleyen bir sosyal yardım sisteminin bulunamadığı[25], sermaye birikiminin az olması yüzünden emek piyasalarındaki arzın da az olduğu, bir ülkedeki işçilerin pazarlık gücü, daha en baştan azdır. Jön Türkler’in ve Kemalist rejimin dünya görüşünde burjuvazi, modern bir toplumun olmazsa olmazıydı.[26] Yusuf Akçura şöyle yazmaktaydı:

“Eğer Türkler, Avrupa kapitalizminden yararlanarak, kendi ara­larından bir burjuva sınıfı çıkaramazlarsa, yalnızca köylülerden ve memurlardan oluşan bir Türk toplumunun yaşama şansı çok zayıf olacaktır.”[27]

 

İşte bu bağlamda, temel ekonomi politikaları da yerli bir burjuva sınıfı yaratma amacı etrafında şekillenmekte ve bir an önce ülkeyi sanayileşmiş ve modern kapitalist bir ekonomi yapma amacını [28] gütmekteydi. Fakat bununla beraber cumhuriyetin kurucu entelijansı, bilhasa Atatürk, Fransa’nın 3. Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisi olan solidarizmden de derinden etkilenmişti.[29] Taha Parla, solidarizmi sağ bir akım olarak ele alır[30], oysa bu tam doğru değildir; zira solidarizmin temel prensibi, özel teşebüs ve hürriyeti, sosyal adaletle bağdaştırmaktır, yani solidarizm birnevi üçüncü yol; veyahut Zafer Toprak’ın da ifade ettiği gibi sosyal demokrasiyle paralel bir düşündür.[31] Hakikaten, cumhuriyetin kurucu felsefesi ideolojik olarak sosyal adalet olgusunu, toplumsal huzur için bir mihenk taşı olarak görmekteydi.[32] Kemalist elitin sosyal adalet kavramını önemsemesinin bir sebebi doğu komşularından yükselen sosyalizm tehlikesiyse[33] diğer bir sebebi de, Osmanlı’nın oluşturduğu son derece heterojen, parçalı ve bölünmüş toplum yapısının sebep olduğu bunalımların, Kemalistlerin hafızalarında hala taze olması ve tarih tekerrür etmesin diye homojen, birbiriyle sıkı, bütün bir toplum tasavvurunu gerçekleştirme çabalarında sosyal adaletin önemini anlamış olmalarıydı.[34] Atatürk, özel teşebbüsçü karakterine rağmen, son kertede sosyal adalet kavramını da benimsemekteydi. Bu bağlamda, yıllar sonra, 1960’larda İsmet İnönü’nün bir röportajında kemalist devletçiliği anlatırken, New Deal[35]  ile benzerliğine dikkat çekmesi, şaşırtıcı olmasa gerekir.[36] Fakat bununla beraber, erken cumhuriyet döneminde sosyal adalete verilen önem, tam anlamıyla pratiğe yansı(ya)mamıştı. Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, kemalistler’in bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini arttırma isteklerini katmerlemişti. Bu geç kalma korkusunun sebep olduğu teyakkuz hali ve acelecilik, en iyi kemalist elitin “durmayalım, düşeriz!” sloganında ifadesini bulur. Bu bağlamda olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için, doğal olarak öncelik, sermaye birikiminin lehine olacaktı. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından birisi ise, özel sermaye birikiminin arttırılması için ucuz ve disiplinli iş gücünden yararlanmak istenmesiydi.[37] Peki, yukarıda ifade edilen hususlar, pratiğe nasıl yansıdı? Şimdi, bu soruyu cevaplayabilmek için devletin işçiler hakkında yürüttüğü politikaları ve işçilerin bu dönemdeki durumunu inceleyeceğim.

 

Osmanlı yöneticileri, grevi ve işçilerin örgütlenmesini, talepler her ne kadar masumane olursa olsun fitne odağı olarak değerlendirmekteydi.[38] Nitekim, 1908 öncesi sendikacılık da yok denecek kadar azdı.[39] Zafer Toprak, Türkiye’de işçi direnişi ve grev tarihinde sadece iki temel dalganın öne çıktığına dikkat çeker. Birincisi, 1908 İhtilali’nden 1925 Takrir-i Sükun Kanunun’a kadar uzanan dönem; ikincisiyse, 1963 yılında Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Yasası ile 12 Eylül Darbesi arasını teşkil etmektedir. Doğal olarak, bu makalede ikinci dalga, odak dışıdır. İlk dalga grev, temel olarak iki farklı evreden oluşur. 1908-1912 ve 1919-1925 arası dönem. İlk evre İTC’nin iktidarı konsolide etmesiyle sona ermiş, ikinci evreyse Takrir-i Sükun ile son bulmuştu.[40]

 

1908 Jön Türk İhtilali’ne giden yolda grevler azımsanamayacak bir rol oynamış[41], fakat esas olarak devrim sonrası, enflasyona karşı işçilere vaad edilen ücret artışı gerçekleşmeyince ülkeyi büyük bir grev dalgası sarmıştı.[42] Grevlere karşı ilk başta İttihat ve Terakki Cemiyeti arabulucu görevi üstlenerek, tarafları uzlaştırmaya çalışsa da[43], ardından grevler polisiye yöntemlerle bastırılmış ve 8 Ekim 1908 tarihli “Taatil-i Eşgal Cemi­yetleri Hakkında” kanunu ile grevler fiilen yasaklanmıştı.[44] Bu tarihten sonra grevler devam etse de, seyrekleşmiş ve polisiye önlemlerle karşı karşıya kalmıştı. Jön Türk iktidarında, işçilere yönelik ilk kapsamlı sosyal politika girişimleri olsa da[45], savaş koşulları sebebiyle, 1914 sonrasında, ücretli kesimin durumu içler acısıydı.[46] Fakat yine de şu ifade etmeye değerdir; 1914 yılında imalat sektöründeki işçilerin eriştiği ortalama reel maaş seviyesi, 1950’lere kadar Türkiye’de yakalanamayacaktı.[47]

 

1936 İş Kanunu’na kadar, işçiler hakkında birtakım mevzuatlar çıkarılsa da, hiç geniş kapsamlı bir iş mevzuatı çıkarılmamıştı.[48] 1921 yılında, işçilerin talebi üzerine, henüz Milli Mücadele döneminde, bir iş kanunun hazırlığına girişilmişti. Söz konusu iş kanunu tasarısı, 1924 sonuna doğru tamamlanıp meclise sunulmuştu. Meclis’te Ticaret Encümeni’nde incelenmiş ve bazı düzeltmeler yapılarak Meclis Genel Kurulu’na sunulmuştu. Yasa, işçilere grev hakkı tanımaktaydı, 12 yaş altında çocuk işçilik yasaklanmış ve maksimum çalışma süresiyse 10 saat ile sınırlanmıştı, kısacası o dönemin şartlarına göre ilerici nitelikte bir yasaydı; hele ki o dönemde ABD gibi bir ülkede bile grevin kanun dışı olduğu göz önünde bulundurulursa.[49] Fakat Büyük Meclis Genel Kuruluna geldiğinde Meclis ve hükümet üyeleri yasanın gereksiz olduğunu iddia etmişler ve başka bir yasa hazırlanması gerektiği konusunda hemfikir bir tavır sergilemişlerdi.[50] Yine 1926 yılında başka bir iş kanunu tasarısı hazırlanmış, fakat bu sefer de İstanbul Ticaret Odası devreye girmiş ve yasanın kendi görüşleri alınmadan hazırlanıp çıkarılmasına karşı çıkmıştı. Bunun sonucunu ise Zafer Toprak şöyle yazar: “Başvekil İsmet İnönü'nün Amele Teali Cemiyeti'ne, Şükrü Kaya'nın Milletler Cemiyeti Çalışma Bürosu'na verdikleri bütün sözlere rağmen yirmi yedi maddelik iş kanununun görüşülmesine, gündeme alelacele alınan Teşvik-i Sanayi Kanunu'ndan vakit bulunamamış, tasarı kadük olmuştu”[51] İş Kanunu’nun kenara bırakılıp, burjuvaziye teşvik amaçlı teşvik-i sanayi kanunu üzerine çalışılmasıysa bu dönemdeki rejimin, pratikte işçi-burjuvazi arasında kime daha yakın olduğu hususunda bir ipucu verebilir. 

 

Ne var ki 1920’li yıllarda iş hayatını düzenleme girişimleri bununla da sınırlı kalmamıştı. 

Çocukların çalışma koşullarını düzenleyerek yürürlüğe giren ilk mevzuat, 151 sayılı Zonguldak ve Ereğli Havzası Kömür Madeni İşçilerinin Hukukuna İlişkin 1921 tarihli yasa oldu. Bu mevzuatın ikinci maddesi kömür madeni ocakları içinde 18 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasını yasaklıyordu. Tasarı meclisteki birçok itiraza rağmen kanunlaşmış ve bugün bile çoğu ülkede, madenlerde minimum işe kabul yaşının 16 olduğu göz önünde bulundurulursa, gayette ilerici bir niteliğe sahipti.[52]

1924 Anayasası’nın 70. Maddesşnde içtima ve cemiyet kurma hakkının türklerin doğal hakkı olduğu kabul edilmiş[53], böylece sendikalaşma zımnen anayasa tarafından tanınmış, fakat bu hiçbir zaman pratiğe yansımamış ve sendikalaşmayla grev, devlet tarafından hoş karşılanmamıştı.[54] Nitekim 1 Mart 1929 Tarihli Ceza Kanunu’nun 201.  Maddesindeyse sanayi ve ticaretin tehdit veya zora başvurarak engellenmesi halinde büyük cezalar öngörülüyor ve aynı maddenin 8 Haziran tadil hükmüyle -"grev" sözcüğü açıkça yer almamakla birlikte fiilen grev sayılabilecek türden hareketler için altı yıla kadar hapis cezası getiriliyordu.[55] Fakat, 1936 İş Kanunu’na kadar grev tam anlamıyla yasaklanmamıştı. Hatta 1932’de hazırlanan İş Kanunu’nu tasarısı, grev hakkını tanımak istemiştir. Ahmet Makal bu tasarının, nispeten, özellikle de 1936 İş Kanunu’na göre, daha liberal ve koruyucu nitelikte olduğuna dikkat çeker.[56] Alkin ve Alpay, tasarı ve bunun reddedilişi hususunda şöyle yazar:

“1932 tarihli tasarı, çalışma hayatını tümüyle kapsamayı amaçladığı gibi, grev ve iş kazaları da içinde olmak üzere, çağdaş mevzuatın işçiye sağladı­ğı hakların kurumsallaşmasını öngörmüştür. Söz konusu iş kanunu tasarısı, henüz taslak halindeyken çeşitli özel kesim kuruluşlarına gönderilmiş, fakat kabul görmemiştir. Özel kesim, İş Kanununa muhalif tavrını açık bir biçimde ortaya koymasa da, işi zaman içinde uzatma yolunu izlemiştir ve bu tasarı yasalaşmamıştır.”[57] Buradan da anlaşılabileceği üzere, bu dönemin şartlarında son derece ilerici sayılabilecek bu tasarı, iş çevrelerince hoş karşılanmamış ve bunun sonucunda da yasalaşmamıştı. İş hayatının düzenlenmesi hususunda değinilmesi gereken başka bir kanun 1924 tarihli hafta tatili kanunudur. Bu kanun cuma’yı tatil günü olarak belirlemiş ve işçilerin söz konusu günde çalışmayacağını öngörmüştür. Fakat bununla berber çeşitli kararnamelerle birçok sektör, bu tatil kanunundan muaf tutulmuş ve işverenlerin sıklıkla, işçilerinin tatillerini çeşitli sebeplerle iptal etmelerine olanak sağlanmıştı.[58] Mesela 1924 tarihli bir polis raporu, özellikle demiryolu ve travmay işçilerinin, pratikte hafta tatili kanunundan yararlanamadığı, cuma günleri de çalışmak zorunda bırakıldığı, cuma günleri tatil talep eden işçilerinse kovulduğu nedeniyle hükümeti işverenleri kayırmakla suçladığını aktarır.[59] 

 

Keza 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu da bahsedilmeye değerdir. Bu yasa, daha hijyenik, sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları yaratma amacı güdüyordu.[60] Bu yasa ile, çalışma koşullarında çeşitli düzenlemeler yapılmış fakat bunlar göreceğimiz gibi tam anlamıyla fiiliyata yansımamıştı. Yasayla, 12 yaşından küçük çocukların, fabrika ve imalathane gibi sanayi kuruluşlarında çalışması yasaklanmıştı. Fakat ticaret, ulaştırma, tarım gibi sektörlerde kullanılan çocuk emeği için herhangi bir kısıtlama getirilmiyordu.[61] Zaten, kısıtlama getirilen sektörlerde de pratikte aktif olarak hala çocuk emeğinden faydalanılıyordu. Örneğin, Adana ve Mersin çevresindeki Tekstil fabrikalarında, 7-8 yaşındaki çocuklar, günlük 10 kuruşa, günde 12 saat, son derece kötü iş koşulları altında çalışıtırılmaktaydı.[62] 1936 yılında CHF’nin bir müfettişi, Isparta’da yüzlerce çocuğun, gün doğuşundan batımına kadar, aralıksız, son derece kötü koşullarda tezgalarda çalıştırıldığını aktarmaktaydı.[63] Yasa aynı zamanda kadınların çalışma koşullarını düzenleyen ilk yasa niteliğindeydi. Yasanın 155. Maddesi, kadınlar için gebelik ve doğum durumunu hükme bağlamaktaydı. Yasanın kadınları gözeten kısmı, daha önceden olmayan düzenlemeleri getirmesine rağmen Zafer Toprak’ın da işaret ettiği gibi, o dönemdeki Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kadın işçiler için öngördüğü koşulların epey gerisindeydi.[64] Kanun genel anlamında tam anlamıyla uygulanamamıştı. Öyle ki Kasım 1935’de bir kadın işçinin Son Posta Gazetesine yazdığı mektubunda Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun neredeyse hiç uygulanmadığını, bu yüzden de o dönem görüşülen ve 1936’da kanunlaşacak olan İş Kanunu’nun da koşulları iyileştireceği iddiasını şüpheli olarak değerlendirdiğini yazmaktaydı.[65]  Ahmet Makal ise bu durum hakkında şöyle yazar: “Umumi Hıfzısıhha Kanunu, ücretliler açısından koruyucu düzenlemeler yapmakla birlikte, zaten sınırlı olan sosyal hü­kümleri, gerekli bir denetleme örgütü kurulamadığı için uygu­lamaya yeterince aktarılamamıştır”[66]

 

Bu dönemde işçiler için çalışma koşulları tek kelimeyle korkunçttu. Söz konusu zaman diliminde, İstanbul’daki tütün işçileri günde sadece 50 ila 100 kuruş ücret almakta ve günde 12 saat çalışmaktaydı.[67]  Sümerbank gibi bir devlet kuruluşunda dahi günlük ücret, günlük sadece 50 kuruştu ve günde 10 saati aşan bir çalışma süresi mevcuttu. Anadolu kentlerinde çalışan çocuk ve kadın işçilerse günde sadece 10-15 kuruş kazanmaktaydı. Bu dönemde İstanbul Ticaret Odası 1933’de yayınladığı raporda, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı ayda 122 lira civarındaydı. Dönemin bir gazetesine göreyse, bu dönemde öğretmenler, eğer maaşlarını alabilirlerse bile ayda sadece 30 lira kazanabilmekteydi.[68] Nitekim çoğunlukla öğretmenler, memurlar, din görevlileri çoğu zaman maaşlarını gecikmeli alıyorlar veya hiç alamıyorlardı. 6 Ağustos 1932’de Niğde’de 22 öğretmen, Başbakan İnönü’ye mektup yazmışlar ve aylardır maaş alamadıklarını, artık şeref ve namuslarını kaybetme evresine geldiklerini ifade etmekteydiler.[69] Maaşları alamama sorunu kimi zaman protestolara da sebep olmuştu. Örneğin, 1936’da Balat’ta Tekstil işçileri, maaşlarını alamadıkları için iş bırakma eylemi yapmıştı.[70] Devlete ait olan, Seyhan’da işletilen bir fabrikada çalışan bir işçi, günde 14 saat çalıştığını ve çoğu zaman maaş alamadığını kaydetmekteydi.[71] Adapazarı’nda çalışan 500 işçi kadın, toplanıp Köroğlu gazetesine yazdıkları mektupta günde en az 13 saat çalıştıklarını ifade etmekteydiler.[72] İzmir’de Levanten Mösyö Şarl Jiro’ya ait Kemeraltı incir hanında çalışan beş yüz kadar kadın işçiyse, günde 110-140 kuruş karşılığında on sekiz saat çalıştırıldıkları işyerlerinde, maaşlarının yarıya düşürülmesi tehditi ile karşı karşıya kalmışlar ve çareyi grev yapmakta bulmuşlardı.[73]

 

CHF’nin Çankırı yerel parti kongresi, işçilerin aşırı kötü koşullarda çalıştırıldığı ve 1930’daki Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun işyerlerinde uygulanmadığı konusunda parti genel merkezini uyarmaktaydı.[74] 1931 Samsun Parti kongresi de iş sürelerinin kısaltılması ve iş güvenliği tedbirlerinin arttırılmasını talep etmekteydi. Bu dönemdeki Zonguldak parti kongresi de keza aynı şeyleri dile getiriyordu. 1930’da yapılan bir araştırmaya göre bu dönemde, Türkiye’de sanayi sektöründe ortalama çalışma süresi 9 saati aşmaktaydı.[75] 1933-4’de, Türkiye’de işçilerin çalışma koşullarını inceleyen, Amerikalı Hines-Kemmerer uzman heyetinin, işçilerin çalışma koşulları hakkındaki raporundan bazı kısımlar şöyleydi:

“ek­seriyetle ücret seviyesi ancak idamei hayat için kifayet edecek derecededir ve bundan dolayı ücretli sınıfın iştira kuvveti son derece düşüktür.”

“Türkiye'de işçilerin sağlığı ve güvenliği için alınan en iyi sosyal önlemler bile ilkel düzeydedir"

 “İşçilerin sağlığıyla ilgili önlemler korkunç... Sosyal sigorta sistemi nadir ve çok sınırlı sayıda insanı kapsıyor."[76]

 Bir CHF parti Müfettişine göre, Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun getirdiği hüküme

rağmen neredeyse hiçbir fabrikada sağlık görevlisi istihdam edilmemekteydi.[77] Celal Bayar, 1936 tarihli Şark Raporunda, Adana civarında işçilerin durumunun hayal bile edilemeyecek kadar “feci” olduğunu kaydeder.[78] Bu dönemde, Zonguldak Kömür madenlerindeyse işçilerin günlük çalışma süreleri 15 saate kadar uzayabiliyordu ve son derece tehlikeli koşullarda çalışmaktaydılar. Birçok gazete, neredeyse her gün, işçilerden, çalışma koşullarını eleştirip devletten daha fazla koruma talep eden mektuplar almaktaydı.[79] Çoğu işçinin tatil ve dinlenme günlerinin olmaması da ayrı bir probleme ihtiva etmekteydi. 1924 tarihli haftasonu tatili yasasının tam olarak uygulanmadığı ifade edilmişti. Kısmen bundan doğan huzursuzluk sebebiyle 1935’de, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu çıkarılmıştı.[80] Bu yasayla, tatil günü cuma gününden, pazara kaydırılmış ve tatilin cumartesi saat 13’den başlayacak şekilde 35 saat olması öngörülmüştü.[81] Yasanın cumartesi öğleden sonra ve pazar gününde, işçilerin çalıştırılmasını yasaklamasına rağmen bu da pratiğe yansımamıştı. Çoğu fabrika cumartesi hatta pazar günü tam vardiya çalışmaya devam etmekteydi. İzmit’te çalışan bir tütün işçisi, bir gazeteye, İktisat vekaletine durumu defalarca bildirmelerine rağmen, tüm işçilerin yasadışı şekilde pazar günü de çalıştırılmasından yakınmaktaydı.[82] 1935 Ağustos’unda Son Posta gazetesi, yasaya rağmen hala cumartesi öğleden sonra ve pazar günü işçilerin çalıştırıldığını ve bu yüzden durumdan memnun olmadıklarını aktarıyordu.[83] Türkiye’de sosyal politika disiplinin kurucularından olan, Gerhard Kessler, 1937-1938 tarihinde ilk kez yayınlanan Türk İş istatistiklerini, birçok sektörde, “1938 senesinde işçiler için henüz muntazam bir hafta tatili mevcut olmadığı anlaşılmaktadır.” sözleriyle değerlendirmekteydi.[84]

 

Dönemin iş hayatının düzenlenmesi hususundaki şüphesiz ki en önemli mevzuatı, 1936 İş Kanunu’ydu. Bu kanuna kadar, iş hayatını kapsamlı surette düzenleyen bir mevzuat daha önce mevcut değildi. 1936 öncesi dönemde basın çoğunlukla, geniş bir iş mevzuatı olmadığı ve bu yüzden de işçilere sağlam ve geniş çaplı bir güvence sağlanmadığı hususundaki çeşitli eleştirileri dile getirmekteydi.[85] Yerel CHF kongrelerinde de bir iş mevzuatının yasalaştırması talep edilmekteydi.[86] 1933’de kendi seçim bölgesinde işçilerle görüşen, Balıkesir Milletvekili Hacim Muhittin Çarıklı, görüşmeden sonra CHF Genel Sekreterliğine yolladığı telegrafta, acilen bir iş kanunun yasalaşması gerektiğini ifade ediyordu.[87] İfade ediliği gibi daha önceki dönemlerde de İş Kanunu hakkında çeşitli tasarılar gündeme gelmiş, fakat hepsi, çeşitli sebepler dolayısıyla kanunlaştırıl(a)mamıştı. 1936 İş Kanuna sebep olan faktörleri, Makal’ın da işaret ettiği gibi 3 başlıkta toplamak mümkündür: 1) Sosyal 2) İktisadi 3) Siyasi faktörler. İşçilerin, berbat çalışma ve yaşama koşulları sebebiyle içlerinde bulunduğu huzursuzluğu ve bu huzursuzluğun, sosyal krizlere sebep olabileceği [88] ihtimalini engellemek için işçilere mevzuat bağlamında daha kapsayıcı bir koruma sunmak, yasanın oluşumundaki sosyal faktörlere tekabül eder.[89] Yasanın arkasındaki iktisadi faktörler de, kısacası, işçilerin verimliliklerini arttırmak için, daha fazla koruma, dinlenme, sağlık olanaklarının sağlanmasıdır. Siyasi faktöler husunda da Makal, devletin işgücü dünyasını kontrolü altında tutma amacını dile getirir: “İş Kanunu; tek parti yönetimiyle siyasal yaşamı, devletçi iktisat politikalarıyla iktisadi yaşamı kontrol eden devletin; emek ya da işgücü dünyasını kontrolünü sağlayan başlıca araç haline gelmektedir.”[90] Nitekim, grev hakkının açıkça yasaklanması da, işgücünü kontrol altında tutma isteğinin kanıtı nileğindedir.

 

1936 İş Kanunu hazırlık ve uygulama çalışmalarında görev alan, Dr. Oscar Weigert, 1937 yılında Uluslararsı Çalışma Örgütü’nde yayınladığı “Yeni Türk İş Kanunu” başlıklı yazısında, yasanın getirdiği düzenlemelerin son derece yerinde olduğunu ifade etmekteydi. Weigert’e göre, düzenlemeler Türkiye’nin koşullarına ve uluslarası standartlara uymakta ve hatta bireysel iş ilişkileri alanında uluslarası normdan daha ileri olduğunu ifade etmekteydi.[91] Yasanın grevi yasaklamasını da Türkiye durumunda normal olduğunu, halihazırda geçici işçilerin ağırlıklı olduğu ve işçi örgütlenmelerinin olmadığı bir durumda grevi ve lokavtı yasaklamanın, sadece varolan durumu yasalaştırmak olduğunu kaydediyordu. Erik Jan Zürcher’se yasanın, doğrudan faşist italya’daki mevzuatın kopyalanmasından ibaret olduğunu yazmaktaydı.[92]

 

1936 İş Kanunu değerlendirirken, yasanın esasen iki adet yüzünün olduğu; iki yüzlü bir madolyon olduğunu göz önünde bulundurmak zarurettir. İş Kanunu, bireysel iş ilişkileri alanında koruyucu ve kapsayıcı bir nitelikteyken, toplu iş ilişkileri alanında otoriter bir tavır takınıyordu.[93] Söz konusu yasayla işçilerin ücretleri, mesai süreleri, çalışma yerlerinde hangi güvenlik ve sağlık önlemlerinin alınacağı belirlenmiş, çocuk ve kadın işçileri koruyan ve güvence altına alan  hükümler getirilmiş, ayriyeten işçilerin keyfi biçimde işyerlerinden çıkarılmalarını engelleyen sınırlar tesis edilmiştir.[94] Bu bağlamda cidden ifade edilebilir ki bireysel iş ilişkileri bağlamında koruyucu bir yasadır. Öte yandan, madolyonun diğer yüzünde; toplu iş ilişkilerinde otoriter bir karaktere sahipti. Sendikaların serbetçe örgütlenmesi yasaklanıyor ve grevlere katı yasaklar getiriliyordu.[95] Kanunda grev hakkının yasaklanması, iki farklı sebep ile delillendirilmekteydi. Birincil olarak, yasada halihazırda işçi-işveren ilişkileri düzenlendiği için, çatışma ve mücadelenin artık gereksiz olduğu savunulmaktadır. İkincil olarak, bu yasak, sanayi üretimini akamete uğratmama, aksatmama düşüncesine dayandırılmaktaydı.[96] Yasa, uzlaşma ve hakem uygulamasını önermekteydi; fakat bununla beraber toplumsal iş ilişkiler bağlamında işçinin pazarlık gücünü epey azaltan nitelikte olduğu açıktır.[97]


 Peki, yasanın “koruyucu” yanı mı yoksa “otoriter” yanı mı ağır basmaktaydı? Öncelikle şu ifade edilmeli ki, yasa 1937’de yürülüğe girmiş ve koruyucu hükümleri çok kısa bir süre yürülükte kalmıştı, zira 1940’da Milli Koruma Kanunu ile neredeyse tüm koruyucu hükümleri, savaş sonuna kadar askıya alındı.[98] Buna rağmen, o güne kadar hukuki bir bağlama oturtulmamış işçi-işveren ilişkilerinin 1936’da geniş bir mevzuatla düzenlenmesi, devrim niteliğinde bir adımdı.[99] Zira, ilk kez işçilerin işverenle pazarlık yapmasını hukuki temeller üstüne oturtmuştu.[100] Fakat, son kertede yasadaki otoriter tavır daha ağır basmaktaydı. Makal şöyle yazar: “İş Kanunu tümü itibariyle ve amaç unsuru açısından değer­lendirildiğinde, madalyonun toplu iş ilişkileri yüzünün daha ağırlıklı olduğu söylenmelidir. Cumhuriyetin başlangıcından 1936’ya uzanan süreçte, değişik iş yasası tasarıları düzleminde ; işçiyi korumak düşüncesi giderek arka plana kayarken, rejimi korumak düşüncesi ön plana çıkmıştır.”[101] Bununla beraber, Zürcher’in, bu yasanın doğrudan Faşist İtalya İş Kanunu’ndan alındığı iddiasına katılmak son derece güçtür. Bir kere, Atatürk açıkça korporatif devlet yapısını reddetmiştir[102] İkincil olarak, cumhuriyet döneminde çeşitli korporatif izler görünse bile hiçbir zaman korporatif yapı oluşturulmamış,[103] hatta Recep Peker gibi bu dönemde İtalyan rejimine yakın olduğu iddia edilen kişiler bile açıkça korporatizmi reddetmiştir.[104] 

 

İfade edildiği gibi, tüm olumlu noktalarına rağmen İş Kanunu otoriteryen ve işçilerin pazarlık gücünü düşürücü nitelikteydi. Yukarıda aktarıldığı gibi Weigert, esasen Türkiye’de zaten sendikacılığın yaygın olmadığını bu yüzden de halihazırda olan bir durumun yasalaşmasından başka bir şey olmadığını dile getirmekteydi. Fakat bu ifadeler, tam olarak gerçeği yansıtmayabilir. Şüphesiz ki, grevler ve sendikacılık, büyük bir sanayi iş gücü olmadığından veyahut geçici işçilerin ağırlıkta olması gibi durumlar sebebiyle seyrekti. Ama, işçi örgütlenmelerinin az olmasının bir sebebi de devletin, en baştan beri şüpheci ve sert tavrıydı. Sendikaların başı niteliğindeki, Türkiye Umum Amele Birliği, 1924’te tüm aktivitelerini durdurmaya zorlanmış ve yerine daha uysal olan Amele Teali Cemiyeti kurulmuştu.[105] Amele Teali Cemiyeti  1924 yılının 1 Mayıs kutlamalarında, “Mayıs 1 Nedir?” başlığında 16 sayfalık bir kitapçık dağıtmıştı. Bu bröşürün son kısmı “Teşkilatsız Amele, Haklarını Tanıtamaz” başlığını taşıyor ve içerisinde her bir işçinin örgütlenmesi gerektiği yönünde çağrılar yapılıyordu. Bu kitapçık ve özellikle bu son kısmı, Cemiyet'in kovuşturmaya uğramasına neden oldu. Başta Katib-i Umumi Abdi Recep olmak üzere Amele Teali Cemiyeti yö­neticileri tutuklandı. Mahkeme sonunda "komünistlik teşkilat ve propagandası yapmak suretiyle dahili emniyeti ihlal ve birnetice hükümet şeklini değiştirmeye matuf fiil ve hareketlerde bulunmak"tan suçlu bulunarak yedi seneden on beş seneye kadar küreğe mahkum edildiler.[106] 1925’in 1 Mayıs’ında da aynı şekilde de dağıtılan bir broşür sebebiyle Cemiyeti’n yöneticileri tutuklandı ve mahkum edildiler.[107] En sonunda da, 1928’de Amele Teali Cemiyeti feshedildi. 1932’de de devlet, halihazırda faaliyet gösteren az sayıdaki işçi kuruluşunun özerkliğine son vermiş ve onları yerel partinin vesayeti altına sokmuştu.[108] Anlaşılacağı üzere, yönetim işçilerin örgütlenmesine pek sıcak bakmamaktaydı. Fakat kemalist yönetimin bu tavrına, eleştirel bakmakla beraber; bu olguyu, özcü bir biçimde, kemalist yönetimin “şeytaniliği” olarak değerlendirmek, bunun salt olarak kemalistlerin günahı olduğunu ileri sürmek de zordur. Zira, bu anlayış, Osmanlı ve İTC döneminde de vardı ve 1950’lerde Demokrat Parti yönetiminde de sürecekti.[109] Nitekim, ABD’de bile sendikalaşma ve grev tam anlamıyla 1930’larda New Deal yönetimiyle yasal olabilmişti.[110]

 

Kurumlar, genel itibariyle işçilerin hali hazırda düşük olan pazarlık gücünü, daha da kısıtlayan nitelikteydi. Bu düşük pazarlık gücünün doğrudan bir sonucuysa, güçlü ekonomik büyümeye rağmen işçilerin bundan pay alamalarıydı. Hatta vergi yükü de çoğunlukla ücretli kesimin omuzlarına yıkılmıştı. 1930’da Türkiye vergi sistemi hakkında özel rapor hazırlayan iki amerikan uzman olan, Frederic Benham ve Jules Picharles, eşitsiz vergi yükü dağılımı karşısında şok olmuştu.[111] Ortalama olarak, 1932-1938 arası devlet, tüm gelir vergisinin yüzde 82’sini ücretli kesimden almıştı.[112] Şevket Pamuk’un aktardığı aşağıdaki grafikte de görüleceği üzere, bu dönemde reel ücretler savaş öncesi seviyesini yakalayamamış ve çoğunlukla da, 1920’lerdeki kısmi iyileşme dışında, 1930’lardaki güçlü büyümeye rağmen sabit kalmıştır(tablo, devlet ve özel sektördeki ücretlerin genel ortalamasıdır):





[113]
Metinsoy ise bu dönemin norminal ve reel ücretleri hakkında şu grafiği aktarır:

 



Nominal Wages: Nominal Ücretler, Prices: Fiyat Seviyesi, Real Wages: Reel Ücretler, yani alım gücü)[114]

 

Tüm reel ücretlilerin, GSYİH içerisinde aldığı pay, Boratav’ın aktardığına göre, 1928-9’da, 1923-4 değerinin yüzde 4.2 üstündeydi. Bu dönemde, ortalama reel ücretlerde yukarıda da görüleceği gibi kısmi bir yükselme görülmüştü. Fakat genel itibariyle bu GSYiH içerisindeki bu pay artışı, işçi sınıfının gelirindeki yükselmeden ziyade, istihdam artışından kaynaklanıyordu.[115] 1930’lardaysa gelir dağılımı daha kötüleşmişti. 1932 ve 1939 arasında, özel sanayi kârlarının milli gelirden payı yüzde 3.4’ten 6.2’ye çıkmış; Özel sanayi ve madencilik kesiminin katma değerden aldığı paysa yüzde 72’den yüzde 78.2’ye yükselmişti.[116] 1932-9 arasında Teşvik-i sanayi kanunundan yararlanan işletmelerin cari fiyatlarla üretim değerinde 2.4; katma değerinde 3; gayri safi kârlarında 3.2 kat artışlar gerçekleşmiştir.[117]

1932-9 döneminde ücretlerin milli gelirden aldığı pay yüzde 1.3’ten ancak yüzde 1.7’ye çıkabilmiştir. Ücretlerin, katma değerden aldığı pay bu dönemde de yüzde 28’den yüzde 21.8’e düşmüştür. Yine aynı dönemde Özel sanayide ortalama reel ücretler 1932-9 arasında yüzde 10 civarında bir düşüşe maruz kalmış; [118] Kalifiye olup Özel sektörde istihdam edilen, idari-teknik kadronunsa 1932-9 arasında ortalama reel ücretleri sadece yüzde 1.1 civarında artış göstermiştir.[119] Tüm bu verilerden görüleceği üzere, burjuva sınıfının kârları artarken; işçi sınıfı, bu dönemdeki güçlü sayılabilecek ekonomik büyümeden neredeyse hiç pay alamamıştı ve özellikle, özel sanayide istihdam edilen işçilerin ortalama reel ücretleri, 1930’lar boyunca düştü. Sanıyorum ki, ekonomik büyümeden pay alamamanın en önemli sebeplerinden birisi, bu dönemde işçi sınıfının pazarlık gücünün sürekli bir düşüşe uğramasıydı. İşçi sınıfı son derece kötü koşullarda çalıştırılmaktaydı ve devlet, birtakım önlemler almasına rağmen durumlarını iyileştirememişti. Aktif ve güçlü bir pazarlık şansları da yoktu, zira yönetim işçi sınıfının örgütlenip toplu pazarlık yapmasına eleştirel bakmaktaydı. Ayriyeten, belki de Parla’nın işaret ettiği gibi; devlet, sermayedar sınıfa ucuz iş gücü sağlamak için kasıtlı olarak işçilerin ücretlerini düşük tutmuş ve iş piyasasındaki kurumları da bu amaç bağlamında düzenlemişti. Kemalistler, kapitalist bir ekonominin gelişmesine ve sermaye birikiminin sağlanmasına çok önem vermekteydiler. Öyle ki, Feroz Ahmad, Kemalistlerin, kapitalizmin gelişmesinin, ekonomik istikrarsızlığı gidereceği ve böylece demokratik rejimin kurulmasına yol açağı minvalindeki 19. Yüzyıl modernist düşüncesini benimsediklerini ifade eder.[120]

 

İrdelenmesi gereken bir başka husus, cidden ücretlerin düşük tutulmasının ekonomik büyümeyi destekleyip desteklemediğidir. Emre Alkin, grev ve örgütlenmenin yasaklanmasının hak ve özgürlükler için olumsuz olsa da ekonomik büyümeye belli bir katkısı olduğunu ifade eder.[121] Cidden kapitalistleşme ve sanayileşme sürecinde bunun katkısı yadsınamaz. Fakat bununla beraber, madalyonun diğer yüzünün de olduğunu söylemek lazım; emeğin ucuz olması, inovasyonu engelleyebilir. Eğer emek ucuz olursa, işletmeler verimliliği arttırmak için makine icat edilmesini ya da kullanılmasını teşvik etmeye yanaşmaz. Robert Allen, İngiltere’de sanayi devriminin sebeplerini, temel olarak o dönemde yüksek ücretlerin ve ucuz sermayenin olmasına bağlar. Bu durum, emeğin kullanımını kısıp sermayenin kullanımını arttırmayı ve pahalı emekten tasarruf eden teknolojileri kullanmayı veya verimliliği arttıracak yöntemleri icat etmeyi teşvik etmiştir.[122] Allen şöyle yazar: “yüksek ücretler bu ülkeleri sermaye kullanımını arttırmak suretiyle emeği ekonomikleştiren ürünler icat etmeye teşvik eder. Bu da ilerleme sarmalını giderek hızlandırmasına yol açmıştır: Yüksek ücretler daha sermaye-yoğun bir üretimi teşvik etmiş, sermaye-yoğun üretim de buna karşılık daha yüksek ücretler sağlamıştır. Zengin ülkelerde yükselen gelirlerin altında yatan işte bu sarmaldır.”[123] Bu bağlamda ifade edilebilir ki, ücretlerin düşük kalması, ekonomideki inovatif eğilimi düşürmüş olabilir. 

 

Son kertede, 1923-1939 arası dönemde Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ampirik olarak en güçlü iktisadi büyümesi gerçekleşmiştir. Fakat bu demek değildir ki; bu dönem, kusursuz ve hiç eleştirel bakılmayı hak etmeyen bir dönemdir. Bilakis, hızlı büyümenin faturasını kötü koşullarda çalışan ve düşük ücretli işçiler ödemiştir. Bu bağlamda en azından bu dönem, işçiler bağlamında eleştirel değerlendirilmeyi hak etmektedir. 


Makalem; çalışmaları ve zarif kişiliğiyle her zaman bana ilham veren, bir entellektüelin en fazla ulaşabileceği seviyenin kanlı canlı timsali olan, hocaların hocası; Zafer Toprak’ın aziz hatırasına vakfedilmiştir. Nur içinde uyu sevgili hocam.


 

Alp Buğdaycı, Münih, Mayıs 2023.



Dipnotlar:

[1] Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 15.

[2] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2018, S. 220.

[3] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1993, S. 465.

[4] Korkut Boratav, A.G.E. S. 154-207

[5] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, 2020, S. 310-1; Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 2015, S. 272-3.

[6] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 2014, S. 140.

[7] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 190.

[8] Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 14.

[9] Aşırı devletçi kanatın başını çeken İsmet İnönü ile Atatürk’ün bu dönemde, iktisadi hususlardaki fikir ayrılıkları için bknz: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 1. Cilt, 2015, S. 29-47.

[10] Bu sebepten dolayı da, İsmet İnönü şöyle der: “Atatürk Devletçi değildi. Liberal ekonomiden yana idi.”(Atatürk-İnönü Ayrılığı, Milliyet Gazetesi, 04.01.1975) Aynı zamanda İnönü şöyle de der: “(Atatürk)Başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”(Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, 2004, S. 28.)

[11] Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, 2014, S. 625.

[12] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 125.

[13] Oliver Blanchard, Gerhard Illing, Makroökonomie, 2021, S. 234

[14] Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020, S. 169.

[15] John Kenneth Galbraith, American Capitalism: The Concept of Countervailing Power, 2004, S. 147’de şöyle yazar: “Dengeleyici gücün büyümesi ekonominin özerk bir biçimde kendi kendini düzenleme kapasitesini güçlendirir ve dolayısıyla devletin genel kontrol ya da planlama işlevinin gerekli ya da aranılır olma derecesini azaltır.”

[16] Oliver Blanchard, Gerhard Illing, Makroökonomie, 2021, S. 234-9.

[17] Robert J. Gordon, The Rise and Fall of American Growth, 2016, S. 541-3’de,  1930’lar sonrası ABD’de reel ücretlerin artışındaki önemli faktörlerden birisi de New Deal sonucu artan sendika üyeliği olduğu dile getirilir.

[18] Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli, 2021, S. 90 ve S. 125-6; Robert Reich, a.g.e. S. 163-9. Fakat, Thomas Piketty, Eşitsizlikler Ekonomisi, 2022, S. 120-4’de bu argümanlara karşı çıkılır ve sendikaların gelir dağıtımında etkin bir rol oynamadığı, sendikaların eşitsizliği azaltmak için kullandığı araçların etkisiz olduğu ifade edilir.

[19] Robert S. Pindyck, Daniel L. Rubinfeld, Mikroökonomie, 2018, S. 762-7; Daron Acemoğlu, David Laibson, John A. List, Mikroekonomi, 2019, S. 202-4.

[20] Stiglitz, Joseph E., and Andrew Weiss. “Credit Rationing in Markets with Imperfect Information.” The American Economic Review 71, no. 3 (1981): 393–410; Löfgren, Karl-Gustaf, Torsten Persson, and Jörgen W. Weibull. “Markets with Asymmetric Information: The Contributions of George Akerlof, Michael Spence and Joseph Stiglitz.” The Scandinavian Journal of Economics 104, no. 2 (2002): 195–211.

[21] Ha-Joon Chang, 23 Things They Don’t Tell You About Capitalism, 2011, S. 23.

[22] Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli, 2021, S. 81-2.

[23] a.g.e. S. 107.

[24] a.g.e. S. 113.

[25] Düzgün işleyen bir sosyal yardım mekanizmasının olmaması, her şeyden evvel bu dönemde Türkiye devletinin az vergi toplayabilen bir küçük bir devlet olmasından kaynaklanır. Türkiye’de bu dönemde toplanan verginin GSYİH içindeki oranı, nispeten diğer modern ülkelerin oranına kıyasla daha küçüktü.(bknz: T.C. Maliye Bakanlığı, Atatürk Dönemi Maliye Politikaları, 2008, S. 93)

[26] Erik Jan Zürcher şöyle yazmaktaydı: “Kemalist devlet jön Türk geleneğine uygun şekilde, yeni ve modern bir toplumun sancaktaro gibi gördüğü tüccar ve girişimcilerin yanında yer aldı ve işçi hareketini baskı alunda tuttu.”(Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, S. 291.)

[27] Aktaran: Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1996, S. 57.

[28] Feroz Ahmad, a.g.e. S. 166’da şöyle yazar: “Kemalizmin tarih­sel görevi, burjuvazinin gelişmesi ve aynı zamanda da çoğulcu siyaset açısından gerekli koşulları yaratmak ve böylece tekparti rejimini ge­çersiz kılmaktı. Teori böyleydi; ama Kemalist rejimin bir geçiş rejimi olması da zaten bu demekti.” 

Ayriyeten, Atatürk, milli hükümete itimatnamesini su­nan Sovyet elçisine şöyle der:

"Türkiye'de sınıflar yok... Gelişmiş bir sanayi olmadığı için işçi sınıfı da yok. Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline ge­tirmek gerekiyor.“[a.g.e. S. 167]

[29] Zafer Toprak, Atatürk; Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, S. 144-161, 83 ve 273-4. Ayrıyeten ifade etmek gerekir ki, solidarizm, 3. Cumhuriyet Fransa’sının entellektüel bazda resmi ideolojisiydi. Pratikte uygulanan, 3. Cumhuriyet dönemindeki Fransız ekonomi politikaları, serbest piyasa liberalizmine yakındı.(Ha-Joon Chang, Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, 2021, S. 74-6)

[30] Taha Parla, Ziya Gökalp Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 1993.

[31] Zafer Toprak a.g.e. S. 146.

[32] Bu olgu en basit olarak Atatürk’ün Afet İnan’a yazdırdığı, Vatandaş için Medeni Bilgiler kitabında anlaşılabilir.(bknz: Vatandaş için Medeni Bilgiler, 1933, S. 101-4]

[33] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1998, S. 134-5.

[34] Kemalist halkçılık da temel olarak buna dayanır. Bknz: Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, 2006, S. 44-5.

[35] 1930’larda Buhran’a karşı ABD’de yürülüğe giren, sosyal liberal ekonomik program.(bknz: Eric Rauchway, The Great Depression & The New Deal A Very Short Introduction, 2008.)

[36] 17 Temmuz 1965, Ulus Gazetesi. Aktaran: Yunus Emre, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, 2019, S. 86-88.

[37] Taha Parla, Türkiye’de Siyasi Kültürün Resmi Kaynakları, 3. Cilt, 1992, S. 68.

[38] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher a.g.e. S. 46.

[39] a.g.e. S. 38.

[40] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 282.

[41] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 200, S. 135.

[42] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e. S. 47; Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, S. 140; Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 2009, S. 162-4.

[43] Sina Akşin a.g.e. S. 163.

[44] Resmi olarak sadece kamuya hizmet eden sektörlerde grev yasaklanmıştı fakat bu mevzuat, pratikte tüm grevlerin yasaklanması olarak uygulandı;  Sina Akşin, a.g.e. S. 164; Zafer Toprak, a.g.e., 2016, S. 156.

[45] Zafer Toprak, a.g.e. S. 174-5.

[46] Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, 2019, S. 453-467; Şevket Pamuk, a.g.e. S. 167-172; Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, S. 35-7.

[47] Şevket Pamuk, a.g.e. S. 240.

[48] Ahmet Makal, Türkiye’de tek partili dönemde çalışma ilişkileri:1920-1946, 1999, S. 32; Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 230

[49] Robert Reich, A.G.E. S. 165

[50] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 145; Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1998, S. 164; Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 329. 

[51] Zafer Toprak, a.g.e.

[52] Zafer Toprak, a.g.e. S. 176.

[53] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 309.

[54] Mete Tunçay, 1924 Anayasası’nın geniş ölçüde kağıt üstünde kalan bir belge olduğunu yazar.(Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, 1981, S. 90) Cidden anayasada gerçek ile ilgisi olmayan hatta dönemdeki tarihsel gerçekler göz önünde tutulduğunda komik gelebilecek hususlar mevcuttu. Mesela, 1925 sonrası tüm tarikatlar dağıtılıp yasaklanmasına rağmen anayasanın 75. Maddesi bir tarikata mensup olmayı dini hürriyet kapsamına almaktaydı. Bernard Lewis, bunu “garip bir çelişki” olarak yorumlar.(Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 1993, S. 407) Bu çelişki, ancak 5 Şubat 1937’de bir anayasa değişikliğiyle, söz konusu maddedeki tarikatlara yapılan atfın kaldırılmasıyla, ortadan kalktı. Benim kanaatime göre 1924 Anayasa’sı bir ölçüde kağıt üstünde kalmasına rağmen; kemalist düşüncenin ereklerinde yatan özgürlükçü ve demokratik değerlere, olan teveccühünü yansıtmaktaydı.(bknz: Akşin, Sina "Atatürk Döneminde Demokrasi". Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 47 (1992 ); Bülent Tanör, Kuruluş, 1997, S. 129-138)

[55] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e. S. 163

[56] Ahmet Makal, Türkiye’de tek partili dönemde çalışma ilişkileri: 1920-1946, 1999, S. 353-4.

[57] Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, S. 66.

[58] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021 S. 130.

[59] Aktaran; Murat Metinsoy a.g.e. S. 141-2.

[60] Ahmet Makal a.g.e. S. 423.

[61] Zafer Toprak, a.g.e. S. 175.

[62] Murat Metinsoy a.g.e. S. 132.

[63] Aktaran: a.g.e.

[64] Zafer Toprak a.g.e. S. 178.

[65] Aktaran; Murat Metinsoy a.g.e. S. 146.

[66] Ahmet Makal a.g.e. S. 344.

[67] Murat Metinsoy a.g.e. S. 128.

[68] a.g.e. S. 129.

[69] a.g.e. S. 139.

[70] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e. S. 173.

[71] Aktaran; Murat Metinsoy a.g.e. S. 140.

[72] Aktaran; Murat Metinsoy a.g.e. S. 141.

[73] Cem Emrence, Serbest Cumhuriyet Fırkası, 2018, S. 68. Ayriyeten bu dönemde işçilerin gündelik çalışma koşulları hakkında bknz: Murat Metinsoy, a.g.e. S. 125-151.

[74] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 141.

[75] Ahmet Makal a.g.e. S. 397

[76] Ahmet Makal a.g.e. S. 354-5; Murat Metinsoy a.g.e. S. 132

[77] Aktaran; Murat Metinsoy a.g.e. S. 132

[78] Celal Bayar, Şark Raporu, 2006, S. 89.

[79] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 141

[80] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 142.

[81] Ahmet Makal, a.g.e. S. 351-2.

[82] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 142.

[83] a.g.e.

[84] Ahmet Makal, a.g.e. S 335.

[85] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 145

[86] a.g.e. S. 146.

[87] a.g.e.

[88] Örneğin, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyinde, işçilerin muhalefete desteği, hafızalarda hala tazeydi.(bknz: Cem Emrence, Serbest Cumhuriyet Fırkası, 2006, S.99-105)

[89] Ahmet Makal, a.g.e. S. 358-9

[90] Ahmet Makal, a.g.e. S. 365.

[91] Aktaran; Ahmet Makal, a.g.e. S. 379-80.

[92] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, S. 291.

[93] Ahmet Makal, Amelden İşçiye, 2021, S. 104.

[94] Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, S. 67; Ahmet Makal, Türkiye’de tek partili dönemde çalışma ilişkileri: 1920-1946, 1999, 396-400.

[95] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e. S. 166.

[96] Ahmet Makal, a.g.e. S. 401.

[97] Örneğin, tarafsız olması gereken hakem kurumu doğrudan devletin yürütme erkine bağlıydı.[Ahmet Makal, a.g.e. S. 404]

[98] İkinci Dünya Savaşı döneminde işçilerin durumu için bknz: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşında Türkiye, 2007, S. 225-317; Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e.’de Mehmet Şehmus Güzel, “İkinci Dünya Savaşı boyunca Emek ve Sermaye”. 

[99] Yalın Alpay, Emre Alkin, a.g.e. S. 67.

[100] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 147.

[101] Ahmet Makal, a.g.e. S. 387

[102] Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020 S. 207-8; ayriyeten bknz: Ahmet Makal, Ameleden İşçiye, 2021, S. 77-112.

[103] Berk Esen, kemalist elitin kurumsal olarak sosyal sınıfları mobilize ve organize etmek istemediklerine dikkat çeker.(Berk Esen, Political Mobilization and the Institutional Origins of National Developmentalist States: the Cases of Turkey, Mexico, Argentina, and Egypt, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2015, S. 76-7.); Ahmet Makal, a.g.e. S. 110-2.

[104] Recep Peker, şöyle der: “Fırkamızın kuruluş esaslarından biri de halkçılıktır. Sınıf mücadelesi ve imtiyazlı hiçbir sınıf yoktur. Korporatif devlet sistemi bizde mevcut değildir.”(Recep Peker, Disiplinli Hürriyet, 2018, S. 22) Ayrıca şöyle de der: “Bizim Ulusçuluk ve Halkçılık anlayışımızda sınıfçılığa karşı olduğu kadar bir müstahsiller kartelizasyonundan başka bir şey olmayan korporasyonculuk zihniyetine de karşı gelen bir genişlik vardır.”(Recep Peker, İnkilap ve İstiklal, 2021, S. 150) Recep Peker’in o dönemki faşist italyan rejimine bakış açısı için bknz: Seçkin Çelik, "RECEP PEKER'İN FAŞİZMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ VE BİR İDDİANIN SORGULANMASI". Genel Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi 4 (2022 ): 909-924.

[105] Murat Metinsoy, The Power of the People, S. 126-7; Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 373.

[106] Zafer Toprak, a.g.e. S. 328.

[107] a.g.e. S. 378

[108] Donald Quatert, Erik Jan Zürcher, a.g.e. S. 149.

[109] Demokrat Parti, muhalefet döneminde grev hakkını vereceğini vaad etmesine rağmen, iktidara gelince bu sözünü yerine getirmemiş ve grev hakkına eleştirel bir tutum sergilemiştir.(bknz: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, 2016, S. 134; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1996, S. 67)

[110] Eric Rauchway, The Great Depression & The New Deal A Very Short Introduction, 2008, S. 94-5.

[111] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 128.

[112] a.g.e.

[113] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2020, S. 240.

[114] Murat Metinsoy, a.g.e. S. 129

[115] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, S. 56-7.

[116] a.g.e. S. 75.

[117] a.g.e. S. 76

[118] a.g.e. S. 75-8.

[119] a.g.e.

[120] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1996, S. 162.

[121] Yalın Alpay, Emre Alkin a.g.e. S. 67.

[122] Robert Allen, Küresel Ekonomi Tarihi, 2022, S. 32-3. Bununla beraber İngiltere’de sanayi devriminin meydana gelişinde, kültürel ve kurumsal faktörleri de göz önünde bulundurmak zarurettir.(kültürel faktörler için bknz: Joel Mokyr, The Enlightened Economy: An Economic History of Britain 1700-1850, 2012. Kurumsal faktörler için bknz: Daron Acemoğlu, James Robinson, Ulusların Düşüşü, 2014, S. 124-143; Douglas C. North, Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans, 2002, S. 146-151)

[123] Robert Allen, a.g.e. S. 48.

Yorumlar