Kemalist Ulusçuluğun Bir İncelemesi



    Kemalist İhtilalin en temek bileşeni ve tüm bu devrim olgusunun gücünü aldığı dayanak; şüphesiz ki ulusçuluktu.[1] Bu ulusçuluğun tam olarak türünü saptamak doğal olarak Türk tarihçiliğinde kimi zaman hezyanlara varan tonlamalarla tartışılır olmuştur. Şüphesiz ki pratikte tezahür eden herhangi bir siyasal ideoloji Weberyan tabirle ideal tipi kadar saf ve yekcins olmayacaktır. Genel itibariyle bir politik ideoloji teoride formüle edildiğinden ziyade günlük hayatta cereyan ettiği alanlara göre çeşitli değişiklilkler göstermesi; mevcut konjontürel koşullarla girdiği reaksiyon sonucu belki de defacto bir tekamüle uğraması, siyasi hayatın doğasından kaynaklanır.[2] 

Öncelikle şu önemli noktaya işaret etmek isterim ki, bu makale; teorik düzeyde şekillenen bir analitik metodoloji üzerine bina edilecektir. Yani Kemalist Ulusçuluğun teorik düzeyde şekillenen Ethos’unu ve bunun temel ereğinin tahlili, makalenin temel amacıdır. 


    Öncelikle şahsıma göre milliyetçiliği veya ulusçuluğu Friedrich Meincke’nin izinden giderek 2 farklı türe indirgeyebiliriz; Siyasal Milliyetçilik ve Kültürel Milliyetçilik. 

Tarihçi Friedrich Meinecke’eye göre Kültür Milliyetçiliği bir Kulturnation(kültürel ulus) tasavvur ederken, siyasal milliyetçiler bir Staatsnation(devlet ulusu) hedefler.[3]

(Meincke için bkz: [4]) Kültürel milliyetçilik siyasal bir proje olmaktan ziyade entellektüel sahalarda ifa edilen ve siyasi bir iddiası olmayan bir milliyetçilik türüdür. 

Bu türün en önde geleni hatta babası olanrak adlandırabileceğimiz kişi Johann Gottfried Herder’dir. Herder; siyasi bir ulus olma hedefinden ziyade kültürel uğraşları ve entellektüel aktiviteleri öne çıkarır. Bu sebepten dolayı Andrew Heywood şöyle yazar: “Herder’in milliyetçiliği, devlet olmaya ilişkin aleni bir siyasal arayış olmak yerine, ulusal geleneklerin ve kolektif anıların farkındalığına ve değer görmesine önem veren bir kültürcülük biçimine karşılık gelmektedir.”[5]

(Şunu da ifade etmek gerekir ki Herder’in kültür milliyetçiliği anlayışı belli bir açıdan da cidden Anthony Smith’in de ifade ettiği gibi “kültürel popülistti”[6])

Keza Andrew Heywood da kültürel ve siyasi milliyetçiliğin ayrı klasmanlarda olduğunu ifade eder ve şöyle yazar: “Kültürel milliyetçilik, öncelikli vurgusunu, soyut bir siyasal cemaat anlamındaki ulustan çok, özgün bir uygarlık anlamındaki ulusun yeniden üretilmesi konusunda yapan bir milliyetçilik biçimidir. Siyasal milliyetçilik 'ussal' ve genellikle ilkeli iken, kültürel milliyetçilik gizemlidir, çünkü ulusun, kendi 'ruhu' tarafından canlandırılan eşsiz, tarihsel ve organik bir bütün olduğu konusundaki romantik bir inanca dayanmaktadır. Genelde 'aşağıdan yukarıya' doğru olan bir milliyetçilik biçimdir. Çünkü seçkin ya da 'daha yüksek' kültürden çok, 'halkçı' ritüellerden, geleneklerden ve efsanelerden yararlanır.”[7]


    Kültürel milliyetçilik; bir siyasi varlık olmayı, bir siyasi ulusullaşmayı veya bir ulus devletin inşaasını hedeflemez. En basit olarak bunu Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışında da görebiliriz,[Ziya Gökalp için bkz;  8] Zira Gökalp, Millet olgusunu kültürel bir zümre olarak görür [9] ve devlet eliyle yapılacak bir ulusallaşmaya karşı çıkar ve kültürel dokuya devletin hiçbir şekilde dokunmamasını ister.[10] Nitekim Gökalp açıkça sosyal devrimlere karşı olduğunu yazılarında da belli eder.(11) Zaten bu sebepten dolayı Gökalp kendisini siyasal olarak değil; kültürel açıdan bir “türkçü”olarak tanımlar. Gökalp şöyle der; “Siyasette mesleğimiz Halkçılık ve harsta mesleği­miz Türkçülüktür."[12] 

Kültürel milliyetçilik özellikleri gösteren bir örneği ise Heywood şöyle aktarır 

“Bazı milliyetçilik biçimleri, ulusların kökenlerinden bağımsız olarak, siyasal olmaktan çok, belirgin biçimde kültürel bir karaktere sahiptir. Kültürel milliyetçilik, yaygın biçimde, ulusal yönden kendini olumlama biçimini almaktadır; bu olumlama biçimi, bir halkın ulusal gururunun ve öz-saygısının yükseltilmesi yoluyla, kendi kimliğine ilişkin daha belirgin bir algı kazanabilmesinin aracıdır. Bu durum Galler milliyetçiliğinde görünmektedir. Galler milliyetçiliği, siyasal bağımsızlık arayışından çok daha fazla Galler dilinin ve Galler kültürünün korunması yönündeki çabalara odaklanmıştır.”[13] Siyasi milliyetçiliğin ve aynı zamanda sivil milliyetçiliğin babası sayılan Ernest Renan’a göreyse ulus “gündelik bir plebsittir”[14] İleride de göreceğimiz gibi Atatürk’ün kendisi de Ulus tanımında Renan’ın düşüncelerine atıf yapacak ve kendi ulusçu fikirlerini Renan bağlamında dellilendirecektir.

Velhasıl kelam bu Kültür Milliyetçiliğini, Kemalizm bazında düşünürsek şu sonuca varılabilir; siyasal bir devlet inşaa etmeyi, siyasal bir ulusallaşmayı hedefleyen hatta devleti organize olmuş bir ulus olarak gören bir milliyetçilik türü; kültürel bazda değil, siyasal bir çehrede şekillenir. Kemalist İhtilalin hars-medeniyet ayrımını hiçe sayıp bir kültürel devrime giriştiği düşünülürse(Atatürk’ün Hars-medeniyet ayrımı üzerine düşünceleri için bkz; [15]) ve bu bağlamda Herder’in kültüralizmini doğrudan çiğnediği de göz önünde bulunudurulursa, Kemalist aydınlar tarafından yapılan kültür vurgusunu Modernist Milliyetçilik bağlamında yorumlamak daha tutarlı olacaktır. Esasen bu nokta literatürde çok fazla ıskalanan bir noktadır.

Ayhan Aktar, Modernist milliyetçiliği şu şekilde tanımlar; 

“Modernist milliyetçiliğin çıkış noktası da, etnik milliyetçilikte olduğu gibi, mil­leti teşkil eden bireylerin benzeş olmaları fikridir. Ancak, etnik milliyetçilikten farklı olarak milleti teşkil eden özün et­nik veya ırksal olduğunu iddia etmez: Milleti bütünleştiren unsur girişilen topyekûn Batılılaşma çabasıdır. Diğer bir de­yişle, millî kimliğin içeriğini Batılılaşma çabası içerisinde oluşturulan “asri mede­niyetin kültürel kuralları, ahlakî değerle­ri ve toplumsal kimlikleri oluşturur. Mo­dernist milliyetçiliğin benimsediği kültürel değişim projesi ise, Cumhuriyet dönemin Türkiyesi örneğinde olduğu gibi, topyekun bir "medeniyet dönüşümü”nü gerektirecek kadar radikalleşebilir.”[16] 


    İşte bu Modernist Milliyetçilik olgusunu göz önünde tutarak, Metin Heper’in şu yazdıklarını düşünürsek esas itibariyle Kemalist dönemdeki kültürel vurgunun modernist milliyetçi bir anlayışla ilintili olduğu anlaşılacaktır:

“Atatürk'ün aklındaki ulus "ilerici ve uygar" bir ulustu. Ona göre, Avrupa'daki uluslar bu niteliklere sahipti. Atatürk ve arkadaşları, Avrupa uygarlığını, bilimsel akılcılık (rasyonalizm) yani XIX. yüzyıl Avrupa pozitivizminin (olguculuk) popülerleştirilmiş biçimiyle özdeşleştiriyorlardı, Atatürk ve arkadaşları, Türklerin bilimsel rasyonalizmi benimseyerek ülkelerini modernleştirebilecekleri fikrini taşıyordu. O dönemde, milliyetçilik de bu amacın gerçekleştirilmesine çaba harcamak olarak anlaşılıyordu. Bu anlamıyla milliyetçilik, yeni bir kültürel örüntünün benimsenmesini gerektiriyordu. Bu kültürel örüntünün en önemli boyutu ise yeni bir dildi. Bu nedenle ki, iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 programında ulus, “bireylerin birbirine kültür, dil ve ortak ülkülerle bağlandığı siyasi ve toplumsal bir varlık” olarak tanımlanmıştı.”[17]

Aynı şekilde Baskın Oran da bu dönemde milliyetçiliğin en temel işlevinin ülkeyi sosyo-politik açıdan batılılaştırmak olduğunu yazar. [18] Hülasa Atatürk’ün Devrimci kültür söylemi[19] ve doğrudan kültürel batılılaşma ifadeleri[20] bunu kanıtlar niteliktedir ki sadece Gökalp’in kültüralizm anlayışı ile kemalist modernleşme anlayışını mukayese edersek bu farklılıklar su yüzüne çıkacaktır. Aynı şekilde Gökalp’in etkisinin Kemalist dönemde gitgide azaldığı da göz önünde bulundurulmalıdır.[21] Hülasa Kemalist elitin modernleşme anlayışı, topyekün bir batılılaşmayı hedefliyor ve bu batılılaşma eylemi içinde batının kültürel doku ve sembollerinin(örneğin şapka(22) alınmasını hedefliyordu.[23] İşte halihazırda yapılan kültür vurgusuysa, halihazırda halkta mevcut olan patrimonyal türk-osmanlı kültüründen ziyade Kemalist elitin ulaşmak istediği çağdaş ve batılı kültür seviyesidir. İfade edildiği gibi bu olgu da bu anlayışı kültür milliyetçiliğine değil: modernist milliyetçiliğe sokar. Nitekim zaten bu yüzden CHF programlarında milliyetçilik aynı zamanda bir “kalkınma” projesi olarak ele alınır. [24]

Tabi bu tabiri tüm bu tabirlerin üst üste gelmesi birazcık konuyu bulandırmış olabilir, fakat ifade ettiğim gibi weberyan tabirle ideal tipiyle tezahür eden bir ideoloji tarih sahnesinde olmamıştır ki kimi zaman siyasal açıdan sivil milliyetçilik kültürel açıdan Herder vari bir milliyetçilikle pratikte yakınlaşabilirler.[25] Örneğin gayet tabi şekilde Fransız Ulusçuluğunun pratikte zuhur ediş biçimi bunun bir örneğidir. Fransız tipi milliyetçilik genel itibariyle, Rousseau vari bir hukuksal ulus nosyonununu ve teritoryal bir anlayışı benimser. Fransa’ya vatandaşlık ile bağlı olan herkes Fransız’dır ve bu insanların her biri yasa önünde eşittir. Fakat Anthony Smith’in de işaret ettiği gibi Fransız kültürü ve onun medenileştirici ile saflığıyla övünen bir yanı da yok değildir. [26] Fakat bu kültürel tarafına karşın, Fransız milliyetçiliğinin, siyasal bir organizmada birleşmesi ve onda ifadesini bulması; bunu siyasal milliyetçiliklerin yanına koyacaktır. Son olarak bir kez daha şu olguyu vurgulamayı zaruri atfederim; kültürel ve siyasi milliyetçilik farklı klasmanlardadır; birisi siyasal bir akım diğeriyse kültürel ve entellektüel bir dava; bir ülküdür.


    Bu tartışmadan sonra da siyasal milliyetçiliğin türlerini, Daha doğrusu en bilinen 2 zıt kutubunu artiküle edeceğim; Sivil(teritoryal) Milliyetçilik ve Etnik Milliyetçilik. Etnik milliyetçilik veya kana bağlı milliyetçilik esas itibariyle teritoryal milliyetçiliğin tersine burjuva devrimlerinden türememiştir; Aristokrasiden türemiştir. Benedict Anderson bu olguyu şöyle yazar; 

“Irkçılık rüyalarının kökenleri ulus değil, sınıf ideolojilerinde; en çok da yöneticilerin kutsallık, “mavi” ya da “beyaz” kan iddialarında, aristokratları içi “üremelerde” yatar.

O halde modern ırkçılığın farazi aile babasının bir küçük burjuva milliyetçisi değil, Joseph Arthur, Comte de Gobineau olması şaşırtıcı değil.”[27]

Çeşitli zümrelerin keskin şekilde sosyal normlar, dini motifler tarafından birbirinden ayrıldığı ve bir zümrenin kendini su götürmez olarak altındakilere kıyasla kendilerini üstün gördüğü bir tasavvura sahip uluslarda etnik milliyetçiliğin filizlenmesini durduracak çok az şey mevcuttur. Aristokratik yapılara sahip uluslar ve kültürlerde, siyasal ve hukuki eşitlik olgusunun kabul edilmesinin çok zor olduğu da bilinen bir gerçektir. Örneğin, Prusya’da aristokratik aileler, çocuklarının burjuva çocuklarıyla beraber oyun oynamalarına bile tahammül edememişlerdir. Keza ticaret ve sanatla uğraşanların Prusya’da aristokrasinin güçlü olduğu yerlerde aristokratların evine girmelerine izin bile verilmemiştir.Hatta Mozart gibi sanatçılar bile bu dönemde tıpkı köylü ve zanaatkarlar gibi yarı-insan olarak görülüyordu[28]

İşte Anderon’un işaret ettiği gibi böyle sosyolojik yapıya haiz toplumlarda ilk etnik milliyetçiliğin filizlenmesi doğaldı. Etnik milliyetçilik ulusun tanımını ırka dayandırır ve aynı ırka mensup olanların bir millet oluşturduğunu ifade eder.

Anthony Smith etnik milliyetçilik için 3 temel özelliğin olduğunu ifade eder.

Öncelikle etnik milliyetçiliğin en önemli ve en can alıcı özelliği ortak kökendir(soy). Smith bu olguyu şöyle yazar: “(Etnik Milliyetçiliğin) ayırt edici özelliği doğuştan, fıtri bir topluluk fikrini öne çıkartmasıdır. Batılı millet kavramı bireyin, kendi seçebileceği belli bir millete ait olması gerektiğini şart koşarken bu Batılı olmayan ya da etnik kavramsallaştırma böyle bir müsamaha göstermiyordu.” [29]

Ulus soya dayalı olmak suretiyle bir “üst aile” olarak nitelendirilir.[30] Smith’e göre ikinci özellik ise halk sadece siyasal emeller için bir nesne olarak görülür[31].(Bu da esas itibariyle demokrasinin temel fikrine zıttır, bkz; [32]) Üçüncü temel özellik ise, dil ve gelenekler gibi unusların meydana getirdiği yerli kültür faktörünün, modern bir devletteki hukukun rolüne sahip olması ve kendi başlarına resmi bir kural koyucu misyonuna sahip olmalarıdır.[33]  Esas itibariyle bu 3. Özellik, etnik milliyetçiliğin organik millet tasavvurunun kaçınılmaz bir sonucu niteliğindedir.(mesela bu organik söylemi en iyi görebileceğimiz yerlerden birisi de, Nasyonal Sosyalizmin dünya görüşünü önemli ölçüde şekillendirmiş olan 19. Yüzyıl Almanya’sından Volkische Bewegung’tur.)

Anthony Smith’e göre özetle etnik milliyetçilik, organik ulusun teşkilini(bkz; öjeni), ve halkını etnopolitik bir yapıya dönüştürmeyi hedefler. Şu olguyu da ifade etmek zaruridir ki etnik milliyetçilik hem teorik hem de pratik olarak yayılmacı, yani irredantisttir. Zira ifade edildiği gibi etnik milliyetçilik, etnopolitik bir yapı kurma amacını taşımaktadır. Yani belirli bir etnik kökene sahip kişileri aynı politik kurumsal çerçeve içinde toplama hedefini güder. Bunu şu yüzden söylüyorum, örneğin etnik milliyetçiliğe göre; bir insan belirli bir etnik kimliğe mensupsa o ülkenin parçasıdır zira ulus, etnik bağlamda temellendirilir. Anthony Smith bu konuda şöyle yazar: “Kendi topluluğunda kalsa da, başka bir yere göçse de birey kaçınılmaz biçimde, organik olarak içinde doğduğu topluluğun mensubu olarak ve sonsuza dek onunla damgalanmış olarak kalmaktaydı.”[34]

İşte bu etnik milliyetçiliğin tezahür ettiği bir durumda, mevcut ülkenin dışında yaşayan ama yine de bu etnik milliyetçiliğin yücelttiğe ırka mensup olan kişiler de teritoryal milliyetçiliğin aksine bu etnik milliyetçilik çerçevesinde ulusun parçası olarak sayılır ve işte tam olarak bu yüzden de yayılmacılık kaçınılmazdır.


    Öncelikle Sivil Milliyetçiliğin tanımına geçmeden önce şunu ifade etmek isterim; Sivil Milliyetçilik, Teritoryal Milliyetçilik, Liberal Milliyetçilk ve Vatandaşlığa Dayalı Milliyetçilik aynı anlama gelmektedir, bu sebepten dolayı bunların çoğu zaman birbirlerine ikameli olarak kullanılması normaldir. Her şeyden önce Sivil milliyetçilik ise Rousseau’dan türeyen hukuksal millet kavramını ve Rousseau’nun halk egemenliğine duyulan nihai inancı taşır.[35] İşte bu nedenle de ana teması demokratik bir ulus devletin inşaasıdır. Ahmet Yıldız, Sivil(teritoryal) milliyetçiliğin özelliklerini şöyle tanımlar; 

“Ulusu teritoryal bir vatan olarak tanımlayan teritoryal ulusçuluk ise, gerçek ya da hayali bir tarihe yaslanan bir ülke, siyasi-hukuki bir topluluk, vatandaşlık ve ortak sivil-siyasi kültür gibi özellikler içerir.”[36] Teritoryal milliyetçiliğin en temel kriterlerini sayarsak, öncelikle Anthony Smith’ göre, yasalar aracılığyla meydana gelen ortak bir iradeye haiz olup bölgesel kimliklerin ötesine uzanan, merkezi, üniter kurumlar etrafında ifadesini bulan(yani kapsayıcı bir üst kimlik) bir topluluğun varlığıdır.[37] Aynı şekilde sivil milliyetçiliğin başka bir şartıysa; her bir vatandaşının hukuk önünde eşit olması yani bir hukuk devleti(rechtsstaat) nosyonunun varlığıdır.[38] 

Aynı şekilde Anthony Smith, Sivil Milliyetçiliğin kurucu unsurlarına değinirken şuna da değinir; Milletler, mensuplarını bir arada tutmaya çalışan ortak bir anlayışa, duygulara ve ortak bir akide ve kültür oluşturan fikirlere sahip olmalıdır.[39] Bu bağlamda ifade edilebilir ki ortak bir kültür vurgusu, sivil milliyetçilikte gayet tabii surette olabilir fakat bu olgu, Herder vari bir kültürel milliyetçiliğe denk gelmez. Sivil Milliyetçilik, genel itibariyle bir milletin belirli ortak amaçlar etrafında birleşmesini ve böylece bir ulusu meydana getirmesi anlamına gelir. 

Sivil Milliyetçi Devletlerde, kimlik; vatandaşlık ve aidiyet çerçevesinde şekillenir.[40] Fakat bu en temel kabuldür, esas itibariyle bir teritoryal milliyetçilik anlayışında Smith’in de dediği gibi ulusallaşmayı kolaylaştıracağından ortak bir kültür veya bir dil birliği de bulunabilir.(bkz: [41] )Aynı şekilde Brian Barry ise liberal devlet-sivil milliyetçililk ile dil birliğinin çok yakından bağlı olduğu ve dil birliğinin bunların temel bir gerekliliği olabileceği konusunda şöyle yazar; 

“Politik topluluklar dilsel topluluklar olmak zorundadır, çünkü siyaset (bir anlamda) dilsel olarak inşa edilmiştir. Dil engellerini aşarak yolumuzu müzakere edebiliriz, ancak bir dili paylaşmadan ortak hayatımızın nasıl yürütüleceği konusunda birlikte müzakere edemeyiz.  Dile dayalı tarihsel toplulukların halihazırda mevcut olduğu yerlerde, en azından coğrafi olarak işgal ettikleri yerlerde, onları siyasi topluluklar olarak tanımanın tatmin edici bir alternatifi yoktur.”[42] Aynı şekilde Ernest Renan’da, her ne kadar ortak bir dili ulus olmanın birincil koşulu olarak saymasa da ulusallaşma için olumlayıcı bir niteliğe haiz olduğunu düşünür. [43]


    Kemalist Milliyetçiliğin mevcut Etnik-Teritoryal milliyetçilik kutuplaşmasındaki tam pozisyonunun tayinini ise akademide onyıllardır tartışılmakta ve birbirine zıt tezler sürülmektedir. Öncelikle ifade edildiği gibi hiçbir siyasi ideolojinin yekcins ve tıpkı teorideki gibi tutarlı zuhur etmediği, mevcut konjonktürel olgularla girdiği etkileşim sonucu gayet tabii şekilde bir sentez olarak de cereyan edebileceği de göz önünde tutulmalıdır. İşte bu yüzden örneğin Cemil Koçak, Kemalist milliyetçiliğin yekcins bir tözden ziyade bulanık bir şekil içerisinde bulunduğunu ifade eder. [44] Keza Taha Parla da kemalist milliyetçiliğin bu dualist tonuna dikkat çekmeye çalışır.(bkz; [45]) Tanıl Bora da şöyle yazar:

“Kemalist Milliyetçilik, Türkçülüğün beka kaygısı ve etno-politik tekayuzu ile vatandaşlık esasına dayalı, modernist ve hümanist bir milliyetçilik anlayışının iyimserliği altında gerilir.”[46] 

Esasen Sivil Milliyetçiliği ve Etnik Milliyetçiliği, weberyan tabirle bir ideal tip olarak ele alınmalı. Fakat ele aldığımız tarihsel örneğin yukarıdaki kutuplardan hangisine daha yakın olduğunu, bu tarihsel örneğin en ön planında bulunanların mevcut akımı nasıl gördüğünü tespit etmek sanırsam mümkündür. Öncelikle bu tarihsel örneği anayasal ve hukuksal olarak inceleyeceğim. Bülent Tanör’ün 1924 Anayasasında tanımlanan vatandaşlık kavramını şöyle açıklar:


“Birtakım hak ve özgürlüklerin öznesi olarak geçen "Türkler” ya da "Türk" kimdir bölümünün son maddesi bunun yanıtını veriyor: "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk itlak olunur" (denir) (md. 88). Anayasa, dinsel ve ırksal farklılıkların bulunduğunu ancak, "Türk"lük sıfatının dinsel ve ırksal bir anlam taşımadığını, coğrafi ("Türkiye ahalisi") ve siyasi ("vatandaşlık" bağı) anlama geldiğini vurgulamaktadır. Mustafa Kemal de aynı yıllarda, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" şeklindeki tanımıyla, aynı yaklaşımı bir başka düzlemde formüllendirmişti. Dolayısıyla “milletin esası ırk değil, siyasal sadakattır.”[47]


Bu tanım açıkça bir sivil milliyetçi bir tanımdır, fakat örneğin Tanıl Bora bu konuda şöyle yazar: 

“Lüzumu olmayan bir "vatandaşlık itibarıyla" vurgusu ek­lenerek yasalaşmıştır: "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatan­ daşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur [denir)." Bu ifade, vatandaşlık statüsü­nün ötesinde, başka bir Türklük makamının da bulunduğu imasını taşır. Ni­tekim birçok temel kanunun hazırlayıcısı olan, 1924-1927 döneminin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 1936'da bir yazısında gayri müslim azınlıkla­rı "kanun, nizam Türkleri" diye tanımlayacaktır; "kültür, vicdan Türklüğün­ den... öz Türklükten" ayrı, ondan daha düşük bir statüdür bu. Bozkurt, bu statünün hakkını "Öz Türk olmayanın Türk vatanında hakkı, hizmetçi ol­maktır" hükmüyle tanımlayacak, hümanist sapmalara karşı da tedbirini alacaktı: "Türk'ten başkasını Türk gibi sevmeyeceğiz"; "Önce Türk, hatta bir tek Türk, sonra beşeriyet, insaniyet".[48] Şu rahatlıkla ifade edilebilir ki neredeyse tüm post kemalist literatürün kemalizmin etnoseküler sınırları konusunda dayandığı en temel olgu belki de işte bu; Bozkurt tarafından dile getirilen öz türk söylemidir. Post-kemalist literatüre göre anayasadaki “vatandaşlık itibariyle” türklüğün yanında, enformal surette daha üst bir makamın bulunduğu, bunun da etnik açıdan yekcins “Öz-türkler”  makamı olduğunu dile getirilir. [49] Atatürk de çeşitli vesilelerle bu öztürk kavramını kullanmıştır, örneğin şu konuşması bir örnektir:

“Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan “İskenderun-Antakya” ve havalisinin mukadderatıdır” [50] 

Fakat burada yanılınan nokta, öztürk kavramının mekanik olarak doğrudan etnik türklükle bağdaştırılması, adeta bunun hiç tartışılmadan, bu “öz” sıfatının sanki şüphesiz surette bir etnikliğe ima ettiğini sanma eğilimidir. 

Doğrudur, Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Nutku’nda aynen şöyle demiştir:

“Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır: o da hizmetçi olmaktır. köle olmaktır.“[51]

Öncelikle bu konuşmanın, Ağrı isyanı sırasında yapıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Ayrıca Mahmut Esat’ın bu “öztürklük” olgusunu defalarca kere açıklayıp bunun etnisiteyi kast etmediğini dile getirdiği açıkken; hala bu “öztürk” kavramsallaştırmasını etniklikle bağdaştırmak; bir tarihçinin görevine ne kadar sığacağı konusu bir muammadır. Mahmut Esat Bozkurt, 1932 yılındaki bir köşe yazısında aynen şöyle yazar;

“Türkiyelilerin hepsi öz Türk olduğuna göre benim öz Türk tabirimden mustarip olmaya yer yoktur. Ben üvey çocuk lafını ağzıma almadım. Fakat benim öz Türk tabirimle kendilerini üvey vaziyetinde görenler varsa, onların Türklüğü benimsemeleri, Türklüğe karşı bütün icaplarıyla canla, başla bağlanmaları lazımdır. Türk olan, öz Türk tabirinden gocunmaz.” [52]

Mahmut Esat doğrudan diyor ki “her bir Türkiyeli, öztürktür”.[53] Ayrıca Mahmut Esat Bozkurt’un köşe yazılarını okuyanlar bilir ki, bu “öz” sıfatı onun üslubunun parçasıdır ve milliyetçilik ile alaksız yazılarında bile çoğu zaman Türk milletini kast etmek için “öztürk” sözcüğünü kullanır.(bkz; [54]) Bu etnikliğe imâdan ziyade Mahmut Esat Bozkurt’un coşkulu ve heycan dolu üslubundan kaynaklanır. Velhasıl kelam bu öz-türk ve kanun türkünün ayrı olduğu tezi, normatif açıdan en baştan çelişkili bir tezdir. Zira Mahmut Esat’ın da işaret ettiği gibi bu ırkçı bir sıfat değildir; bu sadece konuşmayı dinleyenlerin coşkusunu arttırmak ve duygularına daha iyi dokunmak için seçilmiş bir sıfattır.  Nitekim kemalist dönemde bizzat devlet tarafından formüle edilen, “kanun türklerini” öz-türklerden ayıracak kapsamlı  bir segregasyon planı da mevcut değildir.  Mesela başka etnik kökenlere mensup olan kişilerin CHF’ye katılmasının önünde herhangi bir engel yoktu. Recep Peker, 1931 Parti programını açıklarken; milliyetçilik kısmında şöyle konuşur; 

“Hıristiyan ve Musevî vatandaşlar için de aynı açıklıkla fikirlerimizi söylemek lâzımdır. Fırkamız bu vatandaşları da biraz evvel izah ettiğimiz dil ve emel birliğinde iştirak kaydı altında tamamen Türk olarak kabul eder.” [55]

Bu konuşmada kastedilenin etnik kökenden ziyade farklı dinlere mensup kişilerin ayrımcılığa uğramaması olduğu ve bunun laiklik bağlamında yorumlanması gerektiği ifade edilebilir. Fakat durum şu ki, Peker bu cümleleri laiklik okunu açıklarken dile getirmez; Peker, bu cümleleri doğrudan konuşmanın milliyetçilik alt başlığında, yani milliyetçilik okunun açıklanması sırasında sarfeder. Bu sebepten dolayı, Peker’in burada dinden ziyade etnik kökeni kast ettiği açıktır.


    Şimdiyse Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ele alınacaktır. Turhan Feyzioğlu, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını kısaca şöyle dile getirir: “Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insanive barışçıdır.” [56]

Peki, Turhan Feyzioğlu’nun bu betimlemesi propaganda niteliğinde bir taraflı bakış açısının tipik bir örneği midir yoksa cidden analitik bir niteliğe mi sahiptir? Sanıyorum ki makalenin ilerleyen kısımlarında en azından Kemalizm’in teorik normatif değerleri bağlamında bu soru cevaba kavuşacaktır.

Kemalist dönemde, bir ırk retoriğinin mevcudiyeti bariz bir gerçektir.[57] Taha Akyol, uygulamada hiçbir zaman ırka dayalı ayrımcılık yapılmasa dahi ırk tonunun mevcut olduğu bir milliyetçiliğin bu dönemde mevcut olduğuna parmak basar.[58] Bu ırk retoriğine sahip milliyetçi söylemi bazen Atatürk’ün çeşitli konuşmalarında da görüüyoruz. Örneğin şu konuşma bunun bir örneğidir:

“Efendiler, cihanda spor hayatı, spor alemi çok mühimdir. Bunu siz mütehassısla­ra izaha gerek görmüyorum. Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mü­himdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslahı ve gelişmesi meselesidir, seçkinleşmesi meselesidir ve hatta biraz da medeniyet meselesidir.” [59] 

Fakat bu olgunun Atatürk’ü etnik milliyetçiliğe teveccühünün bir kanıtı olarak gösterilebileceğni sanmıyorum, Hülasa Metin Heper bu konuda şöyle yazar:

“Atatürk ortak soy ve kökenin (soy ve köken birliğinin) ulusun bir başka önemli boyutu olduğunu düşünmüş ve "halkın atalarından aldığı kutsal mirastan" söz etmiştir. Bu, Atatürk'ün etnik milliyetçilik eğilimi taşıdığına bir örnek olarak düşünülebilir mi? Atatürk soy ve köken birliğinden söz ederken, Türk ulusunun bireylerinin aynı atadan geldikleri fikrinde değildi; ona göre, Türkiye'de yaşayan insanların, alt kimliklerini korurken uzun süre birbirine çok yakın yaşamış atalardan gelmiş olmaları daha ziyade sosyolojik bir gerçekti. Atatürk'e göre geçmiş, zamanla bu farklı unsurların yavaş yavaş bir ulus oluşturmaya başladıklarını göstermek bakımından önemliydi. Atatürk'ün bazen "kavim" ve "ırk" terimlerini kullandığı doğrudur. Fakat "ırk" terimini toplulukların doğuştan gelen özelliklerinden değil, bu topluluklar arasındaki yakınlıktan söz ederken kullanmıştır. Bu nedenle halklar arasındaki farklılıklarla, dolayısıyla belirli bir halkın diğerine/diğerlerine göre üstün olup olmadığıyla ilgilenmemiştir; aksine halklar arasındaki benzerliklerle meşgul olmuş, sonuç olarak aralarında farklılıklar bulunan toplulukların, benzerliklerinden dolayı bir bütün oluşturup oluşturamayacağı konusuna odaklanmıştır.” [60]

Aynı şekilde, Keza, Zafer Toprak da Cumhuriyet döneminde etimolojik olarak ırk sözcüğünün bugünkinden farklı olarak millet anlamına da gelebildiğinin yazar. [61] Bu konuda başka gözardı edilen husus ise ırk anlamının; etniklikten ziyade, antropolojik bir kavram olarak kullanılma durumudur. Türk Tarih Tezi’nde malum epey bir ırk retoriği mevcuttur. [62] Bu olguyu çeşitli kişileri Kemalizmin etnik yanı olarak göstermeye eğilimlidirler. Halbuki, Zafer Toprak şöyle yazar; 

“Eugène Pittard'ın "ırk" kavramı yukarıdaki satırlardan da anlaşılabileceği gibi "etnik" nitelik taşımıyordu; "antropolojik" bir içeriğe sahipti Anadolu'da yaşayan tüm insanlar -Kürt olsun, Ermeni olsun, Rum olsun- aynı ırkın mensuplarıydı. Bu insanlar farklı din ve dile mensup olabilirlerdi. Ama ırkları aynıydı. Göçler sonucu Anadolu'ya yerleşmişlerdi. Ortak vasıfları brakisefal olmalarıydı. Tıpkı 1924'te oluşturulan anayasal vatandaşlık anlayışı gibi Eugène Pittard bunların hepsine Türk diyordu. Atatürk öncülüğünde Türk Tarih Tezi hiç olmazsa kuramsal düzeyde- bu varsayımı pedagojik amaçlarla "kesin" bir yargıya dönüştürmüştü.” [63]

Keza Ernest Renan da ırk kelimesinin, filolog tarihçiler ve fizyolojist antropologlar için “birbirinden farklı iki anlamı” ifade ettiğini ifade eder. [64]

Zafer Toprak’ın değindiği Pittard ise, şüphesiz ki 1930’lardaki Antropoloji ve tarih çalışmalarının en önde gelen şahsiyetlerdendi ve Atatürk’ün en fazla fikirlerine önem verdiği nadide bilim adamlarından birisiydi. İşte bu kemalist milliyetçilikte nadir de olsa kullanılan ırk söylemini bu bağlamda yorumlamak, etniklikten ziyade; antropolojik bağlamda analiz etmek, daha tutarlı olacaktır. 

Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında şöyle yazar; 

“Türk milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii ve tarihi vakıalar şunlardır: a) Siyasi varlıkta birlik, b) Dil birliği, c) Yurt birliği, d) Irk ve menşe birliği, e) Ta­rihi karabet, f) Ahlaki karabet” [65] Peki buradaki ırk ve menşe birliği söyleminden, Atatürk’ün bir etnik milliyetçi olduğu çıkarılabilir midir? Atatürk, yine Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında ırk ve menşe birliğinden kastını şu şekilde açıklar: “Türk milletinin her kişisi, birtakım farklarla ve fakat umumi surette birbirine benzerler.”[66] Atatürk, esasen burada Türk milletinin genel anlamda antropolojik olarak benzerlik(dikkat edin; Atatürk, benzerlik diyor; yani farklılıkları kabul ediyor, bu bağlamda sadece bu bile etnik tek tipçilik örneği olarak sayılamaz) gösterdiğini ifade etmektedir. Açıkçası bu bir etnik milliyetçilikten ziyade Türk milletinin ferdlerinin birbirleriyle genel surette benzer olduğunun vurgulanmasıdır. Fakat yine de Atatürk, bu antropolojik benzerlik unsurunu kendi ulus tanımına katmaz. Baskın Oran, bu konuda şöyle yazar: 

“Afet İnan’ın ya­yımladığı tıpkıbasım elyazılarında Atatürk aynen şunları yazmaktadır: «Türk milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii ve tarihi vakıalar şunlardır: a) Siyasi varlıkta birlik, b) Dil birliği, c) Yurt birliği, d) Irk ve menşe birliği, e) Ta­rihi karabet, f) Ahlaki karabet» Bu öğeleri saydıktan son­ra, Atatürk şöyle diyerek ulusun tanımına geçmektedir: “Millet hakkında ikinci derece unsurları kaale almayarak mümkün olduğu kadar her millete! uyabilecek bir tarifi biz de alalım [yapalım) : 

a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatta samimi olan c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen ce­miyete millet namı verilir.”

Buradan çıkacak sonuç, Atatürk’ün ulusu oluşturan öğeler arasında ırk öğesini saydığı, fakat ulusun tanımını yaparken ikinci derecede gördüğü için bu öğeyi tanıma katmadığıdır.” [67]


Atatürk açıkça yine Medeni Bilgiler kitabında, ırk ve menşe birliğini ikinci derece unsur olarak ifade eder ve kendi millet tanımına dahil etmez. 

Atatürk’ün kendi elyazmalarındaki millet tanımını şöyle yapar;

“Millet, aynı toprak parçası üzerinde otu­ran, aynı kanunlara tabi, ahlak ve dil birliği halinde yaşayan insan topluluğuna denir. Fransız Milleti, Alman Milleti, İspanyol Milleti denir. Kullanırken çoğunlukla ''millet" kelime­ siyle 'kavim" kelimesi karışır. Fakat şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi kuruluş anlaşılır. Kavim "peuple" kelimesi ise her şeyden önce kök bağını ve ırkı hatırlatır.

Bu fikir üzerinde ısrarla duran Ernest Re­nan, millet hakkında geçici ve yetersiz unsurları ikinci derecede unsurlar kabul ederek,in­san topluluklarının iki şeyin birleşmesiyle millet haline geldiğini açıklamaktadır. Bun­lardan birincisi zengin bir geçmişin mirasını paylaşmak, diğeri beraber yaşamak hususun­ da arzu ve fikir birliğidir. Beraber yaşamak hususundaki istek ve karşılıklı anlaşma sahip olunan mirasın korunmasında devam eden irade birliğinin sonucudur.

Geçmişte ortak zafer ve kurulmuş miras ge­lecekte ortaya çıkarılacak ve gerçekleştirile­cek programların temelini kapsayacaktır. Be­raber ıstırap çekmiş olmak, beraber sevmiş olmak, beraber aynı ümitleri yaşamış olmak, hu­dutlardan yabancıların giriş ve çıkışlannm kayıtlanmasından, gümrüklerden ve stratejik zorunluluklardan daha önemlidir. İşte milli birlik ve beraberlik zorununda ırk ve dil an­laşmazlığına rağmen -anlaşılması gereken bu­’dur.” [68]


Atatürk, "kavim" (kök bağı ve ırk) ile "millet"i (siyasi ku­ruluş) ayrıştırıyor. Milletin unsurlanı (paylaşılan toprak parçası, aynı kurumlara bağlılık, ahlak ve dil birliği) sayıyor. Bununla da kalmıyor, Atatürk doğrudan kendi millet tanımını formüle ederken; kendi görüşünü, Ernest Renan üzerinden ifade ediyor. Renan, Sivil Milliyetçiliğin ve Fransız tipi millet nosyonunun babası olarak bilinir.[69] Renan Sivil Milliyetçilik teorisini ilk kez analitik surette formüle eden şahıstır, nitekim Atatürk, kendi ulus tanımında Renan’a atıf yapması; onu örnek göstermesi, açıkça Atatürk’ün Sivil Milliyetçi bir anlayışa haiz olduğunun kanıtıdır. Şu da unutulmamalıdır ki ortak tarih anlayışının sivil milliyetçilik teorisinde yeri olmakla beraber ulusallaşmayı kolaylaştıran bir olgu olarak nitelendirilir. Anthony Smith bu konuda şöyle yazar: “Batılı milli kimlik modelinde milletler, mensupları ortak tarihî anılar, mitler, simge ve geleneklerle bağlanmış, ama türdeş kılınmamış kültür toplulukları olarak görülmekteydi.”[70]

Esasen, Atatürk’ün ulus tanımıyla Renan’ın ulus tanımının arasındaki bariz benzerlik Şerafettin Turan’ın da gözünden kaçmamıştır. Şerafettin Turan, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında, Atatürk’ün yaptığı genel ulus tanımı hakkında şöyle yazar:

“Kitapta genel anlamda verilen "ulus tanımı" ise, Ernest Renan'ın ünlü ta­nımını hatırlatmaktadır.” [71] 


Peki Bu net surette artiküle edilen ulus tanımına rağmen, Atatürk’ün çeşitli nutuklarında “kan” söylemine başvurması, Kemalist milliyetçiliğin normatif bir çelişkisi olarak açıklanabilir mi? Baskın Oran, durumu şöyle izah eder; 

“Bu sözler, Türklüğü kendisine unutturul­muş bir topluluğa ulusal bilinç aşılamaya ve onun parça­lanmış ulusal onurunu onarmaya yöneliktir. Irkçı anla­tımlar değildir.” [72] Dikkat edilirse, tüm bu konuşmalar; halka açık yerlerde yapılmıştır ve analitik bir tona sahip değildir, bu sebepten dolayı bunları Atatürk’ün millet anlayışının bir indikatörü olarak ele almak mantıklı olmayacaktır. Turhan Feyzioğlu’ysa bu konuda şöyle yazar; “Atatürk, elbette her milliyetçi gibi, kendi milletinin meziyetlerini anlatmış, Türk'ün niteliklerini belirtmiş ve övmüştür. Ancak, Atatürk'ün daha çok manevî değerleri belirtmek amacıyla, edebî bir üslûp içinde kullandığı “damardaki asil kan” gibi sözlerini öne sürerek, onun birleştirici, bütünleştirici, bilimsel ve uygar milliyetçilik anlayışına kafataşçı, ırkçı, bilim dışı bir yorum getirmeğe çalışmak yanlıştır” [73]


Bunun dışında, sanımca Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı en iyi şekilde “Ne Mutlu Türküm Diyene” söyleminde ifadesini bulur. Sina Akşin, bu sözün anlamını şöyle açıklar: “Atatürk "Ne mutlu Türk olana" dememiş, "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin her yurttaşı Türktür, ister Rum, ister Çerkez, ister Kürt, ister Ermeni, is­ter Yahudi, ister Arap olsun.”[74] Atatürk bu bağlamda şöyle konuşur: “Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milliyetine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı nazarıyla bakılması, meddeni Türk milletinin asıl ahlakından beklenebilir mi?”[75]


Atatürk’ün teritoryal milliyetçiliğinin başka bir göstergesiyse, birçok konuşmasında; Türkiye Milleti/Türkiye Halkı ile Türk Milleti kavramlarını ikameli olarak kullanmasıdır. Örneğin, Atatürk’ün Şapka Devrimi sırasında yaptığı şu konuşma bu olguya bir örnektir;

“Efendiler. Türkiye Cumhuriyeti'ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi medeniyim diye Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat ve izhar etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.”  [76]

Keza Atatürk Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında, Türk milletini şöyle tanımlar; 

"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir." [77]


    Peki, yukarıda Anthony Smith’ten aktarılan; etnik milliyetçiliğin 3 temel özelliğine Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ne kadar uymaktadır? Anthony Smith’e göre etnik mlliyetçiliğinin ilk ve en önemli kriteri ortak kökendir. Buna göre, ulusun temelini teşkil eden olgu etnisitedir. Atatürk’ün gerek elyazmalarındaki, gerek Medeni Bilgiler’deki Ulus tanımına ortak kökeni katmadığı, hatta bunu ikincil derecede gördüğünü yukarıda göstermiştik. Keza, dönemin CHF programlarında da modernist ve sivil milliyetçi karışımı bir tanım yapılır[78] ve bu tanımlamalara hiçbir zaman etnik köken  dahil edilmez. Ulus tanımında, en temel olgu olarak etnik kökeni vurgulamanın kaçınılmaz olarak irredantizm ile sonuçlanacağını yukarıda ifade etmiştik. Atatürk’se Pantürkizm ve Turancılığa açıkça Nutuk’ta olmayacak bir hayal der. Atatürk, 1927 Büyük Nutku’nda şöyle konuşur: “Panislamizm, panturanizm siyasetinin muvaffak olduğuna ve dünyayı tat­bik sahası yapabildiğine tarihte tesadüf edilememektedir. Irk farkı gözetmek­sizin, bütün insanlığı kapsayan, cihangirane devlet teşkili hırslarının netice­leri de tarihte yazılıdır. İstilacı olmak hevesleri, bahis mevzumuzun haricin­dedir. İnsanlara her türlü hususi hissiyat ve bağlarını unutturup, onları tam bir kardeşlik ve eşitlik dairesinde birleştirerek, insani bir devlet kurmak teorisi de kendine mahsus şartlara sahiptir. Bizim kendisinde açıklık ve tatbik kabiliyeti gördüğümüz siyasi meslek, "milli siyaset"tir. Dünyanın bugünkü genel şartları ve asırların beyinlerde ve karakterlerde biriktirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin kuvvetli, mesut ve istikrarlı yaşayabitmesi için, devletin ta­mamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, dahili teşkilatımıza ta­mamen uygun ve dayalı olması lazımdır. Milli siyaset dediğim zaman kastet­tiğim mana ve öz şudur: Milli sınırımız dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanarak mevcudiyetimizi muhafaza ederek millet ve memle­ketin hakiki saadet ve bayındırlığına çalışmak . . . Rastgele sonu gelmez emel­ler peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara uğratmamak. . . Medeni cihan­dan, medeni ve insani muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir..” [79] 

Atatürk aynı şekilde çoğu yerde Turancılığı, emperyalizm olarak adlandırmıştır.(bkz; [80]) Bunların dışında, sanıyorum ki Atatürk’ün tek başına şu konuşması bile turancılığa karşı tavrını ortaya koyar niteliktedir: 

“Efendiler! Vatandaşlarımızdan, düşmanlarımızdan, hemşerilerimizden her biri kendi zihninde yüce bir düşünceyi besleyebilir, özgürdür, özerktir. Buna kimse karışmaz! Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kalıcı, olumlu, maddi bir siyaseti vardır: O da efendiler... belirlenmiş milli sınırları içindeki hayatını ve bağımsızlı ğını sağlamaya yöneliktir. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti temsil ettiği millet adına çok alçak gönüllüdür ve hayalden tamamen uzaktır ve tamamen gerçekçidir. Efendiler, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan değiliz. Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazini, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine çektik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki "yapıyoruz, yapacağız" dedik. Düşmanlar da "yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!" dediler. Panturanizm yapmadık "Yaparız, yapıyoruz" dedik, "yapacağız" dedik, yine "öldürelim" dediler! Bütün dava bundan ibarettir... Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerine koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskıyı arttırmak yerine doğal sınırlara, meşru sınırlara dönelim. Haddimizi bilelim. Efendiler, biz hayat ve istiklal isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı veririz.”[81] 


Ayrıyeten bu dönemde Kemalist diplomasinin, İngiltere ve Fransa’nın yanında anti-revizyonist kutupta yer alarak genel itibariyle irredantizme karşı koyması, her fırsatta uluslararası statükoyu savunması da Atatürk’ün yukarıdaki konuşmasını doğrulayan niteliktedir.[82] Dönemin İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine ise, Londra'ya gönderdiği 9 Nisan 1938 tarihli raporda, Avrupa’da yayılmacılığın ve irredantizmin yükseldiği bir dönemde; bu devletlere kıyasla Atatürk'ün tutumunun farklılığını şöyle anlatır: 

“Dört yıl önce Türk siyasetinde İngilizlere dostça bakan ve yaptırımlar süresinde tereddüde kapılmayan; totaliter devletlerin askerî gücü ve siyasi cazibesine karşılık Batılı demokrasilerin belirgin zayıflığı döneminde kararsızlığa düşmeyen ve Türkiye'nin İngiltere’ye güvenini artırmaya devam eden, Atatürk’tür”[83]


Anthony Smith’e göre etnik milliyetçiliğin ikinci özelliğiyse halkın sadece siyasal emeller uğruna bir obje olarak görülmesidir. Esasen bu kriter temel olarak Kemalist İhtilalin temelinde yatan “rasyonel birey” fikriyle çelişir. Atatürk, bu tip paternalist anlayışı şöyle eleştirir;

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Olaylar ve tarihi tecrübelerimiz, milleti koyun sürüsü gibi gören idare tarzlarının ülkemizde uygulanamayacağını göstermiştir."[84] 

Atatürk’e göre çünkü, birey toplumdan ayrı şekilde salt olarak bir meşruiyet kaynağıydı. Şerif Mardin bu olguyu şöyle tahlil eder;

“Atatürk’ün kendi devrinde parlamentarizme karşı bizzat Batı’da şekillenen tepkiye ve faşizmin ve komünizmin gelişmesine rağmen, sistematik bir seçkincilik veya “halk diktatörlüğü”nden kaçınan bir toplum anlayışına sahip olması dikkate değer. Bu noktada Atatürk’ün orjinal vurgusunu bulmak mümkündür. O da Atatürk’ün temel optimizmi ve onun arkasında yatan “kişi onuru” kavramıdır. Bireyin kendi başına, toplumdan ayrı bir meşruiyet kaynağı oluşturabileceği Jön Türklerde arka plana atılmış yabancı bir özlem olarak görülür. (Atatürk’ün) İttihat ve Terakki’nin aydınlık devri fikirlerinden kesinlikle ayrılan yönü burada belirir. Atatürk’ün derin yapısal vurgusu, bireyin birey olarak  bir toplumsal meşruiyet kaynağı oluşturduğu şeklinde formelleştirilmiş bir inançtır. Atatürk’ün bazen (İsmet İnönü ile şahsı bir mülakattan) “özel girişimci” olarak nitelendirilmesinin nedeni bu eğilimdir. Konuyu bir başka açıdan ele alarsak İslâm medeniyetinde, kişi onuru, ilahi varlığın karşısında ya da devlet ve toplum karşısında davranış meşrulaştırıcısı olarak değerini yitirir. Batı’nın 18. Yüzyıl düşüncesinin en genel çizgisinde böyle bir yitirilme söz konusu değildir. Birey egemendir. Atatürk’ü bu açıdan Batı’nın temel değerlerinin bu kişisel “onur” anlayışıyla ne kadar köklü bür şekilde bağlantılı olduğunu sezen, Batılılığı  bu anlamda “ilerleme” sayan orjinal bir düşünür olarak görebiliriz.”[85]


    Hülasa, Kemalist ihtilalin nihai amacıysa kendi cemaati içindeki kültürel hegemonyadan ve baskıcı patrimonyal normlardan bireyi azade kılmaktır. Kemalist İhtilal, insanın kendi mukedderatına(kaderine) hakim olabileceği” fikrini feslefi temel alarak “birey”in gelişimine olanak sağlamış ve toplumsal düzende irrasyonal ve gerici dünya görüşlerini temsil eden Ümmetçi ve feodal kişi, norm ve kıralların tasfiye edilmesini sağlamış veya en azından bunları başarmaya çabalamıştır.[86]

Anthony Smith’ e göre etnik milliyetçiliğin üçüncü bir özelliğiyse gelenekler, toplumsal normlar gibi unsurların meydana getirdiği yerli kültür faktörünün, modern bir devletteki hukukun rolüne sahip olması ve kendi başlarına resmi bir kural koyucu misyonuna sahip olmalarıdır. Esasen, Türkiye’de hukuk devrimi yaparak rechtsstaat nosyonunu tam olarak sağlamış, hukuki dualizmi bitirmiş, tüm geleneksel yargı mekanizmalarını ve yasalarını(hilafet mahkemeleri, Mecelle..) lağvederek, Batı’nın modern hukuk devletlerinin yasalarını kabul etmiş[87] bir rejime bu özelliği atfetmek hiç kolay olmayacaktır. Halil İnalcık, Kemalist hukuk devriminin sonuçları hakkında şöyle yazar: “Atatürk, patrimonyal kişinin otoritesi üzerine kurulu bir onur ve mevki anlayışı yerine kurallar ve yasalar üstüne dayalı bir onur sistemi getirmiştir. Meşruluk kaynağı artık kişi değildir.“[88]  Aynı şekilde bu konu Kemalist Hukukçuların felsefi düzlemdeki hukuk tartışmalarıyla yakından ilintilidir. Kemalist dönemdeki, en önde gelen Kemalist Hukukçuların metinlerini inceleyen Seçkin Çelik, Kemalist Hukukçuların aralarında görülen birtakım ayrılıklara karşın, genel olarak hümanist ve evrensel bir kamu hukuku nosyonuna taraftar oldukları sonucuna varır.(bkz; [89] )

Keza, en önde gelen kemalist hukukçulardan birisi olan Mahmut Esat Bozkurt’un da hararetli bir yargı bağımsızlığı taraftarı olduğu bilinen bir gerçektir.[90] Nitekim ifade edilebilir ki Kemalist “rechtstaat” anlayışı, doğrudan yukarıda ifade edilen etnik milliyetçiliğin üçüncü şartıyla taban tabana zıttır. 

Sonuç olarak ifade edebiliriz ki, Kemalizm; Smith tarafından işaret edilen Etnik Milliyetçiliğin üç temel özelliğiyle uyuşmamaktadır. 


    Peki, Kemalist Milliyetçilik, teritoryal ulusçuluğun özelliklerini gösterir mi? Öncelikle teritoryal ulusçuluğun özelliklerini hatırlamakta fayda vardır. Smith’e göre; Teritoryal Milliyetçiliğin en temel özelliği, yasalar aracılığıyla meydana gelen ortak bir iradeye haiz olup bölgesel kimliklerin ötesine uzanan, merkezi, üniter kurumlar etrafında ifadesini bulan(yani kapsayıcı bir üst kimlik) bir topluluğun varlığıdır. Bu doğrudan 1924 Anayasasının 88. Maddesiyle yakından ilintilidir; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur" [91] Sadece bu maddeden bile anlaşılabilir ki, ortada yasalar aracılığıyla meydana getirilen ve üniter kurumlar etrafında ifadesini bulan kapsayıcı bir üst kimlik mevcuttur. Bunun dışında zaten yukarıda Atatürk’ün ulusçuluk anlayışının niteliği tartışılmıştı. Ayrıyeten sivil milliyetçiliğin başka bir şartıysa; her bir vatandaşının hukuk önünde eşit olması yani bir hukuk devleti(rechtsstaat) nosyonunun varlığıdır. Bu özellik de kemalist dönemin egaliteryen hukuk anlayışında mevcuttur. Zira doğrudan hukuk devrimi bu amaca ulaşılmasına hizmet etmiştir. [92] Tüm bu olgular bağlamında ifade edilebilir ki, Kemalist Ulusçuluk; Etnik-Teritoryal Milliyetçilik kutuplaşmasında açıkça Teritoryal kanata yakınlık göstermektedir. 


Kemalist Ulusçuluğun, niteliğini bulmak için; dönemin önde gelen Kemalistlerinin de Milliyetçilik anlayışlarını incelemek zaruridir. İsmet İnönü, Türklüğü şöyle tanımlar:

“Türk olmak için Türk olmayı istemek ve Türk olmaktan hoşlanmak yeter.”[93] Şükrü Kaya ise şöyle konuşmuştur: “Türk kanunları bu memlekette her vatandaşın hakkını ve hürriyetini hiçbir fark gözetmeden korur. Kemalist Türkiye’sinin en büyük vazifesi bu kanunları tasbik etmektir.[94] Recep Peker’i yakından tanıyan Hıfzı Velidedeoğlu’ysa Recep Peker’in milliyetçilik anlayışını şöyle anlatır ; “Milliyetçi, fakat şoven değildi. Irkçılıktan ise nefret ederdi. Tam bir Atatürk milliyetçisi idi.”[95] Peker, hiçbir zaman milliyetçilik tanımına etnik kökeni dahil etmemişti. [96] Peker’e göre dil ve emel birliğine katılan her bir etnik olarak Türk olmayan kişi, Türk milletinin parçası olabilirdi.[97] Keza Peker’in genel sekreterliği sırasında azınlıkların ve etnik olarak Türk olmayanların Halkevlerine kabul edilip edilmeyeceklerine dair gelen soruya, bunun hiçbir sakıncası olmadığı yönünde bir bildiri yayınlayıp, bunu tüm teşkilatlara göndererek cevap vermiştir. [98] Peker’in milliyetçilik anlayışı hatta siyasal olarak ayrı ve bağımsız(müstakil) bir ulus kurmak isteyen kişileri de kapsamaktaydı ve Peker bu vatandaşların samimiyet ve gönül temizliğiyle geri kazanılması gerektiğin düşünmekteydi:

“Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine kürtlük, çerkezlik ve hattâ lazlık ve pomaklık gibi fikirler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız.(…) bu yanlış telakkileri hulusla ve samimiyetle düzeltmek vazifedir. Bugünkü ilmî hakikatler beş on bin, bir kaç yüz bin ve hattâ mesela bir milyonluk kütlelerde müstakil(bağımsız) bir milliyet tasavvur etmeğe imkan bırakmaz.”[99] Yine aynı şekilde 6 Ok’un anayasaya alınması sırasında, Meclis’te konuşma yapan Peker, kan milliyetçiliği ile kemalist ulusçuluğun apayrı olmasından bahseder.[100]


Keza CHF programlarında da savunmacı, modernleştirici ve ilerici bir ilke olarak ele alınmıştır.[101] Tüm bu olgulardan da anlaşılacağı üzere Kemalist ulusçuluk kendisini etnik milliyetçliğin karşısına koymuş ve kendisini siyasal ve teritoryal bazda formüle etmiştir. Bu açık olgulara rağmen literatürdeki bazı post-kemalist yazarlar da ırkçılık yerine; etnisizm kavramını kullanmaktadırlar. Örneğin, Ahmet Yıldız şöyle yazar: 

“Türk etnisitesi Kemalist milliyetçilik içinde giderek merkezi bir konum edinmiştir. Türk millî kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirleme ça­basında, Kemalizm, ırkı kurucu bir un­sur olarak kullanmıştır. Ancak bu, hiçbir zaman sistematik ırkçılık şekline bürünmemiştir. Kemalist milliyetçilik ırkçı de­ğil, etnisisttir”[102] Etnisitenin hiçbir zaman CHF programlarında, millet olmanın şartı olarak bahsedilmediği, Atatürk’ün millet tanımının Renan’ın çizdiği çerçevede şekillendiği düşünülürse; buna hak vermenin olanaksız olduğunun anlaşılacağına şüphe yoktur. Var olan ırk söyleminin yer yer antropolojik içerikten doğrudan etnikliğe kaydığına şüphe yoktur, fakat bunu abartmaya da lüzum yoktur; buradaki birtakım marjinal örnekleri genelleyip sanki Kemalist Ulusçuluğun ana etmeniymiş gibi tahlil etmek son derece yanıltıcı olacaktır. Eğer ırk, Kemalist Ulusçulukta merkezi bir konum elde etmişse neden CHF programlarında, veya Atatürk’ün ulus tanımında yer almadığı konusu; bu tezi savunanlarca cevaplanması gereken bir sorudur. Hele ki Ahmet Yıldız 

 bu ırk söyleminin ideolojik sebepten ziyade araçsal bir işlevi olduğunu ifade ederken (Yıldız şöyle yazar: “Son tahlilde, Kemalist milliyetçiliğin etnik boyutu, seküler(siyasî-hukukî bo­yutu karşısında araçsal bir işleve sahip olmuş(tur)”[103])nasıl doğrudan bu araçsal etniklik bağlamında yekapare olarak Kemalist Ulusçuluğu etnisist olarak nitelendirdiği hususu mantıksal olarak çelişkilidir. 


    Sonuç olarak ifade edilebilir ki Kemalist Düşünce, Ulusçuluk açısından Sivil ve Modernist Milliyetçilik sentezinde bir bakış açısı benimsemiştir. Genel olarak ifade edilebilir ki, bu bakış açısının kültürel ve sosyal dokusunu Modernist Milliyetçilik işlerken, Siyasal yanını Sivil Milliyetçilik işlemiştir. Bülent Tanör’ün de yazdığı gibi: “Kemalist ulusçuluk ve uluslaştırma anlayışı, Türkiye toprakları üze­rinde, evrenselliğe de açık bir ulusal kimlik yaratma ama­cını güdüyordu.”[104]


Alp Buğdaycı, İstanbul, Aralık 2022


Dipnotlar:


[1] Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, 2017, S. 473

[2] Liberalizm El Kitabı, 2017 Alan Ryan’ın Liberalizm Makalesi, S. 101-102

[3] PACHTER, HENRY. “Masters of Cultural History II : Friedrich Meinecke and the Tragedy of German Liberalism.” Salmagundi, no. 43 (1979): 12–42

[4] Goetz, W. (1952). Friedrich Meinecke: Leben und Persönlichkeit. Historische Zeitschrift, 174(2), 231–250. Enteresandır ki Meinecke ateşli bir demokrat olsa da 1890’larda sıkı sıkıya bağlı olduğu fakat ardından ayrıldığı Muhafazakar Parti’nin aristokratik kanatının üstünde bıraktığı etki sebebiyle egaliteryenizm ve cumhuriyetçiliğin en büyük muhaliflerindendi. bkz: Latour, C. F. “Portrait of a German Historian, Friedrich Meinecke, 1862-1954.” The Historian 17, no. 2 (1955): 157–71. 

[5] Andrew Heywood, Siyaset, 2021, S.176

[6] Smith, Anthony D. “Nationalism and Classical Social Theory.” The British Journal of Sociology 34, no. 1 (1983): 19–38. Makalesinde s. 21-22 bakınız

[7] Andrew Heywood, Siyaset, 2021, S. 178

[8] Taha Parla; Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 1993/ Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S. 204-5/Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, 2021, S. 144-5/Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, S. 421-444 ve S. 525-6

[9] Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, 1992, S. 227

[10] Taha Parla; Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 1993, S. 132-3

[11] Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, 1992, S. 262-5

[12] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 1968, S. 166

[13] Andrew Heywood, Siyaset, 2021, S. 178

[14] Ernest Renan, Ulus Nedir, 2021, S. 33-52

[15] Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, 2017, S. 578

[16] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 4. Cilt; Milliyetçilik, 2008, S. 81

[17] Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 145-6

[18] Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1990, S. 171

[19] Şerafettin Turan, Atatürk, 2017, S. 580

[20] Halil İnaclık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2020, S. 82

[21] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, 2021, S. 144-5

[22] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 235

[23] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2018, S. 223-4; Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2020, S. 34 ve 80-2;

[24] Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları 3. Cilt, 1992, S. 40

[25] Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, 2019, S. 33

[26] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 30-1

[27] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 2020 S. 173-4

[28] Dominic Lieven, The Aristocracy in Europe 1815-1914, 1992, S. 137

[29] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 28

[30] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 28

[31] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 29. Ayrıca Ernest Renan, etnisiteye müstenit bina edilen millet tasavvurunda bireye nasıl araçsal bir nitelik tayin edildiğini şöyle artiküle eder: “Açıkladığım bu kurama göre(ırkçılık) örneğin Cermen ailesinin, dağılmış üyelerini, bu üyeler geri katılmayı talep etmese de geri almaya hakkı vardır. Cermanizmin filan eyalet üzerindeki hakları, o eyalette yaşayanların kendi üzerindeki hakları, o eyalette yaşayanların kendi üzerindeki haklarından daha güçlüdür.”(Ernest Renan, Ulus Nedir, 2021, S. 41)

[32] Charles Tilly, Demokrasi, 2014, S. 25-36; Friedrich von Hayek, Kölelik Yolu, 2015, S. 104-105

[33] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 29

[34] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 28

[35] Andrew Heywood, Siyaset, 2021, S.185

[36] Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, 2019, S.  34

[37] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S.  25

[38] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 27

[39] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 27

[40] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 182 ve 184

[41] Stilz, Anna. “Civic Nationalism and Language Policy.” Philosophy & Public Affairs 37, no. 3 (2009): 257–92.

[42] Brian Barry, Culture and Equality, 1993, S. 227

[43] Ernest Renan, Ulus Nedir?, 2021, S. 46

[44] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 4. Cilt; Milliyetçilik, 2008, S. 37-43

[45] Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları 3. Cilt, 1992, S. 208-211

[46] Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S. 213

[47] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 309-310

[48] Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S. 220

[49] Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, 2019 S. 210-2;Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2. Cilt; Kemalizm, 2009, S. 229-233; Aytürk, Ilker/ “The Racist Critics of Atatürk and Kemalism, from the 1930s to the 1960s.” Journal of Contemporary History 46, no. 2 (2011): 311-2/ Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 4. Cilt; Millliyetçilik, S. 9127 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Kaynakları, 1992, S. 208

[50] Atatürk’ün Bütün Eserleri 28. Cilt, 2010, S. 318

[51] Anadolu Gazetesi, 18 Eylül 1930

[52] Mahmut Esat Bozkurt, “Muhterem Muhaliflere”, Anadolu Gazetesi, 16 Ekim 1932. Ayrıyeten; Mahmut Esat Bozkurt, Liberalizm Masalı, 2008, S. 102-3

[53] Türkiyeli” kavramının bu zamanda kullanılması ilginç geldi, esasen bu dönemde kulllanılan fakat yine de nadir olan bir sıfattır. Türkiyeli kelimesinin tarihsel arka planı için bkz: 21. Yüzyılda Milliyetçilik(2016) kitabı, S. 249-273’de Baskın Oran’ın ““Türk” Teriminin Öyküsü” makalesi. Aynı şekilde 1918 gibi bir tarihte, bir yazısında Ziya Gökalp de “Türkiyeli” kavramını kullanmakta hatta “Türkiyecilik ile Türkçülüğün” iki ayrı akım olduğuna dikkat çekmektedir. Gökalp, Türkçülüğü kültürel bir akım bağlamında yorumlarken, Türkiyeciliği siyasal bir akım olarak ifade eder.(Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, 1992, S. 287-291)

[54] Örneğin, 19 Ağustos 1931 tarihli Anadolu Gazetesine çıkan köşe yazısında Mahmut Esat şöyle der; “Bu yazılar bir Türk oğlunun öz Türklere hitabıdır. Bunların şu veya bu şahısla katiyen alakası yoktur.” Veya “Liberallik Masalı” adlı köşeyazısında şöyle yazar: “Bugünün devletçileri, başlarında Gazi Şefleriyle, Türk vatanım, öz Türk milletini böyle siyasi, iktisadi bir vaziyet içinde buldular. Vatanı, dört bucağı düşman ayakları altında teslim aldılar.” 1933 tarihli Anadolu Gazete’sinde yayınlanan “Kravatlı Eşkiyalar” adlı iktisat üzerine bir yazısında da şöyle yazar: “Milleti, memleketi, cumhuriyeti yaşatan aziz öz Türk üreticiler!”

[55] Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Kaynakları 3. Cilt, 1992, S. 110

[56] Turhan Feyzioğlu, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, 2. Baskı(tarih yazmıyor), S. 44

[57] Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, 2003, S. 129

[58] Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, 2008, S. 511

[59] Atatürk’ün Bütün Eserleri 18. Cilt, 2006, S. 284

[60] Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 140-1

[61] Zafer Toprak, Cumhuriyet ve Antropoloji, 2021, S. 276

[62] Örneğin; Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, 2003, S. 220’ye bakılabilir

[63] Zafer Toprak, Cumhuriyet ve Antropoloj,, 2021, S. 315

[64] Ernest Renan, Ulus Nedir?, 2021, S. 43

[65] Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, 1933, S. 13-14

[66] Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, 1933, S. 10

[67] Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1990, S. 157

[68] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 6. Cilt, “Millet ve Milliyetler Prensibi Hakkındaki Notları”, 1997, S. 338-346

[69] Seymour, Michel. “On Redefining the Nation.” The Monist 82, no. 3 (1999): 411-412

[70] Anthony Smith, Milli Kimlik, 2022, S. 27

[71] Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, 2017, S. 475

[72] Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1990, S. 187

[73] Turhan Feyzioğlu, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, 2. Baskı(tarih yazmıyor), S. 56

[74] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2018, S. 225

[75] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 23. Cilt, S. 24.

[76] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1993, S. 268

[77] Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, 1933, S. 7

[78] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 4. Cilt; Milliyetçilik, 2008, S. 214

[79] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 2015(Kaynak Yayınları), S. 337

[80] Atatürk’ün Bütün Eserleri 16. Cilt, 2005, S. 36-38

[81] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1993, S. 350

[82] Lord Kinross, Atatürk, 2021, S. 534; Baskın Oran, Türk Dış Politikası, 1. Cilt S. 251-255; Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 293-301; Ayrıca Berk Esen bu konuda şöyle yazar: “Avrupa’da faşizm yükselirken Kemalist tek parti yönetimi dış politika tercihleriyle kendisini bu rejimlerden ayırıştırmaya çalışmış, tercihini 1930'larda İngiltere ve Fransa gibi parlamenter rejimlerden yana yapmış ve böylelikle otoriter rejimin kalıcı hale gelmesi olasılığını uzun vadede düşürmüştür.”(Post-post Kemalizm, Derleyen; İlker Aytürk/Berk Esen, 2022, S. 403-4)

[83] Erdoğan Karakuş, İngiliz belgelerinde İkinci Dünya Savaşı öncesi Türk-İngiliz ilişkileri, 1938-1939, 2004, S. 63 

[84] Turhan Feyzioğlu, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, 2. Baskı(tarih yazmıyor), S. 181

[85] Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, 2020, S. 17-18

[86] Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, 3 Cilt, 1999; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2009, S. S. 521-552; Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2020, S. 35–36; Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, 2018, S. 116; Shaw’lar aynı şekilde Kemalizmin laiklik ilkesini açıklarken şöyle yazarlar: “Laiklik yalnızca devletin İslam kurumlarından ayrılması değil, kişinin düşüncesinin geleneksel İslam kavram ve uygulamasının getirdiği kısıtlamalardan kurtarılması(ydı)…”(Stanford/ Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2. Cilt, 2017, S. 454) Shaw’ların işaret ettiği olgu, şüphesiz ki bu rasyonal insan inşaasının bir metodolojisi niteliğindedir.

[87] Lord Kinross, Atatürk, 2021, S. 495’te işaret edildiği gibi, Türkiye’de ilk olarak bağımsız bir adalet mekanizması sağlaması, Atatürk’ün en önemli başarılarından biridir. Ayrıca bkz; Zafer Toprak, Kurucu Felsefe’nin Evrimi, 2021, S. 47-75. Ayrıyeten Zafer Toprak özellikle kamu hukuku hususunda, Cumhuriyet’in 3. Cumhuriyet Fransa’sından derinden etkilendiğine dikkat çeker:(Toprak, A.G.E., S. 278-9)) ve Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1993, S. 270-273

[88] Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2020, S. 55

[89] Seçkin Çelik, "MİLLİYETÇİLİK İLE EVRENSELLİK ARASINDA: KEMALİST HUKUKÇULARIN EVRENSEL BİR KAMU HUKUKUNUN İMKÂNINA YÖNELİK YAKLAŞIMLARI" . Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 21 (2021 ): 713-739

[90]  Müberra Korkmaz, “Mahmut Esat Bozkurt’un Anayasacılık Perspektifi”,

Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 5. Cilt,1. Sayı, S. 2139

[91] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 309

[92] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S. 237-240; Stanford/ Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2. Cilt, 2017, S. 447-449

[93] Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 143

[94] 7 Temmuz 1934, Cumhuriyet Gazetesi

[95] Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, 1999, S. 51

[96] Seçkin Çelik, "RECEP PEKER'İN FAŞİZMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ VE BİR İDDİANIN SORGULANMASI". Genel Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi 4 (2022 ): S. 9192

[97] Ülkü, Konuşunuz Konuşturunuz S. 1, Şubat 1933, S. 20

[98] Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtibiumumiliğinin F. Teşkilâtına Umumî Tebligatı, C. 1, Hâkimiyeti Milliye Matbaası, y.y 1933, S. 86

[99] Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Kaynakları 3. Cilt, 1992, S. 110

[100] TBMM Zabıt Ceridesi, 5. Devre, 16. Cilt, S. 16

[101] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2. Cilt; Kemalizm, 2009, S. 214

[102] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2. Cilt; Kemalizm, 2009, S. 228

[103] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2. Cilt; Kemalizm, 2009, S. 229

[104] Bülent Tanör, Kuruluş, 1997, S. 80

Yorumlar