Türk Siyaseti Üzerine Bir Deneme

 Türkiye Üzerine Politik Bir Deneme 

 

 

 

 

Bugün Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşanıyor ve bu bağlamda halkın şuanki egemen politik güce karşı tutumunun ve iktidarı tasavvuru ediş biçiminin keskin bir şekilde değiştiğini gözlemliyorum. Örneğin bazı anketlerde iktidar partisi yüzde 30’un altını bile gördü. Fakat şahsen ben laik ve cumhuriyetçi bir birey olarak söyleyebilirim ki 2001’deki muhafazakar demokratlar ile 2021’deki muhafazalar demokratlar arasında paradigma açısından net bir fark göremiyorum,  bu süreçte egemen siyasal gücün ortakları değişti ama yegane gâyesi ilk gündem beri mevcuttu. Tabi aslında karşısındaki muhalefeti bastırma eğilimi sadece bugün ki egemen siyasal güce özel değildir; iktidar kavramının ve iktidar ilişkilerinin kendisiyle ilgilidir. Neredeyse her siyasi iktidar, kendine karşı muhalefeti ve mevcut direnişi zayıflatmaya ve ekarte etmeye eğilimlidir ve otoriterleşmeye yatkındır.[1] Bu demokrasiden tutun faşizme kadar olan bir olgudur. Fakat demokratik rejimlerin farkı ise muhalefeti etkisiz hale getirmeye çalışılırken hangi yöntem ve metotlara başvurulmaması gerektiğinin garanti altına almaya çalışmasında yatar. Pareto’nun dediği gibi, demokrasilerde güç kullanma tehdidi ikinci plana itilirken, parti mekanizmaları kanalıyla ödüllendirme, manüplasyonlar öne çıkar.[2] Doğal olarak eğer bir ülkede demokrasi gerilerse(veya bilinçli şekilde geriletilirse) de demokrasilerde muhalefeti etkisiz kılma methodları yerine(manipülasyon gibi) totaliter devletlerdeki gibi polisiye ve askeri yöntemler öne çıkacaktır. İfade edildiği gibi aslında her siyasi otorite otoriterleşmeye ve yozlaşmaya eğimlidir, İşte kuvvetler ayrılığı tipi bir demokrasi tam olarak da siyasal iktidarın baskıcılığa yönelme ihtimalini azaltırken, başkanlık sistemi tam tersine bunun yolunu açar. Konuya dönecek olursak, neden kamuoyunun egemen politik gücü tasavvur ediş şekli son 1.5 yılda bir anda değişmeye başladı? Cevap aşikardır; açlık ve ekonomik darlık. Mevcut siyasal güç daha önceleri Kemal Derviş’in politikalarını devam ettirerek nispeten önceki siyasal güçlere göre elde ettiği kısmi başarılar[3] sayesinde Türk toplumu bazı cemaatçi, teokratik ve totaliter eğilimlere göz yummaktaydı,(kimi kişiler bu siyasal gücün destekçilerinin bizzati bu eğilimlerin parçası olduğunu iddia edebilir, şüphesiz bu gücün dayandığı zımni toplumsal koalisyonun bir parçası islamcı kesimdir, fakat bu konuyu ele alan kamu anketlerine göre Türkiye’de laiklik yerine islami yönetim isteyenlerin oranı yüzde 5-16 arasında değişmekte. Örneğin Pew araştırma merkezinin anketine göre bu oran yüzde 13)  fakat bu kısa vaadeli ekonomik refah dönemi sona erince ve Türkiye tarihindeki en büyük iktisadi krizlerden birisine sürüklenirken bir anda tüm cephelerden egemen siyasal güce karşı yekpare olarak bir muhalefet akımı, bir direnç tezahür etmeye başladı. Bu muhalefetin sebebi de şahsen egemen siyasal gücün paradigmasından ziyade ülkeyi sürüklediği iktisadi darboğaz olsa gerekir. İktisadi vaziyetin bir sosyal düzenin(social order) üst yapısını ve kamuoyunun siyasal gücü tasavvur ediş şeklini değiştirmesi aslında bu döneme veya Türk Halkına has bir olgu değildir. Josue de Castro, tarihteki büyük siyasal devrim ve dalgalanmalarda, hayat pahalılığının ve açlığın çok önemli bir rol oynadığını ve her bunların zaman siyasi olarak en tehlikeli güçlerden birisi olduğunu yazar [4]. Murat Metinsoy’sa şöyle yazar: 

“İnsanların beslenmesi siyasi iktidarların yaşaması ve sürekliliği açısından da önemlidir. Beslenmenin önemi savaş ve iktisadi buhran dönemlerinde daha da artar. Böyle dönemlerde açlık, kıtlık, darlık gibi sorunların üstesinden gelinememesi, siyasi iktidarın meşruiyetini sorgulayacak hatta yıkacak gelişmelere, muhalif akımların gelişmesine, ayaklanmalara, savaş hâlinde ise savaşın kaybedilmesine kadar sonuçlara neden olabilir.”[5]

Mesela, Bolşevik İhtilalinin önemli bir sebebi olarak açlık ve gıda sorunu gösterilebilir, Ekim Devriminin tanıklarından olan dönemin gazetecisi John Reed, Ekim Devriminin sebeplerini açıklarken, gıda sorunun ve açlığın rolünü vurgular [6]. Aynı şekilde Fransız İhtilalinin de en önemli sebeplerinden birisi açlık ve gıda sorunudur [7][8]. Bu bağlamda ifade edebiliriz ki insanların tokluğu, siyasi iktidarın meşruiyeti  için elzem ve bir toplumun siyaseti idrak edişi biçiminden önemlidir. Fakat Türkiye’de sanırsam ekonomik durum ve vatandaşın karın tokluğu sanırsam siyasal iktidarın halk tarafından içselleştirilmesi için tek ve en temel şart olduğu kanısındayım. Nitekim açıkçası bir Batı Avrupa Liberal Demokrasisinde bir iktidar istediği kadar vatandaşının karnını doyursun, eğer demokratik kurum ve kuruluşları zedelerse bu büyük bir tepkiye sebep olacaktır. Yine Liberal Demokratik diye nitelendirebileceğimiz ve demokrasi kültürünün içselleştirildiği ülkelerde de vatandaşın karın açlığının siyasal iktidarın pozisyonu için de önemli bir yeri işgal ettiğini düşünüyorum; fakat bunun tek kriter olmadığı kanısındayım, basın özgürlüğü, birey özgürlüğü gibi sosyal özgürlükler de en az o ülkenin iktisadi durumu kadar önemli görüldüğü kanısındayım. İşte bu denemenin amacı da bunu tartışmak olacaktır. Türkiye’de durumun daha farklı olmasının birçok farklı sebebi olduğunu düşünüyorum, fakat şahsen bunun en temel sebebi olarak özgürlükçü demokrasinin, ferdin hak ve hürriyetlerinin tam olarak Türkiye’de içselleştirilmediğini ifade edebilirim. Bunların içselleştirilmemesinde birçok faktör olduğu doğrudur, fakat bence en temel faktörleri Türkiye’de Avrupa’da Rönesansta oluşmaya başlamış Sivil Toplum kavramının oluşamaması(sivil toplum, demokrasi teorisinde çok hayati bir öneme sahiptir[9])  ve Türk-Osmanlı modernleşmesinde taşranın(daha doğru ifadeyle “periphery”) daha pasif kalmış olması ve bunlar göz önünde bulundurularak Türk modernleşmesinin Avrupa’ya kıyasla çok daha farklı bir seyir izlemiş olduğunu ifade edilebiliriz. Osmanlı-Türk patrimonyal siyaset geleneğinde Popper’ın “Yekpare(Kapalı) Toplum” kavramıyla uyuşacak ve Sivil toplum ile taban tabana zıt bir toplum tasavvuru mevcuttu. [10] (Osmanlı’da bu  kapalı toplumun ve mutlakiyetçiliğin siyasi kültüre yansımaları için şuralara da bakılabilir: 11 ve 12]

Tanel Demirel bu konuda şöyle yazar:

“Yekpare(kapalı) toplum anlayışının arka planda hâkim olduğu bir toplumda, farklılıklarını dile getirenler, nifak sokmakla, kargaşa ve kaos çıkarmakla suçlanırlar. En ufak farklılık belirtisi, değerlendirme kriteri bütünleşmiş bir toplum ideali olduğu için, topluma yönelik bir tehdit olarak algılanır. Osmanlı-Türk tarihinde de muhalefet kavramını ifade etmek için “fesat", “mazarrat", "ihanet" gibi kelimeler kullanılmış; muhalefet karışıklık çıkarma, kaos yaratma eylemleriyle özdeşleştirilmiştir. Bir Osmanlı toplum kavramlaştırmasından söz edilecekse, bunun çok kaba ve basit bir biçimde herkesin kendi yerini bildiği, herkesin birbirinin "lazımı ve melzumu" olduğu bir organik toplum anlayışı olduğu söylenebilir. Farklı grupları bir arada tutan, onlara doğru yolu gösteren, yoldan çıkanları doğru yola getiren ve böylece toplumsal düzeni sağlayan padişahın şahsında somutlaşan devlettir. Devlet, bu yönüyle her kesimin uyması gereken doğru yolu -bu doğrunun İslâmi ilkeler tarafından belirlendiği iddiasını unutmayalım- temsil eder ve toplumu mümkün kılar. Doğrunun tek olduğu kabul edilince onu kabul etmeyenlerim, ancak kötüniyetli/zındık/din düşmanı/ düşman oldukları için bu pozisyonlarında ısrar ettiklerini ileri sürmek kolaylaştırmaktadır. Uzlaşmak, kötü niyetli düşmanlara “tek” doğrudan taviz vermektir ve bu nedenle kötüdür.”[13] Yekpare Toplum anlayışı, bir sivil toplumun oluşumu için en temel engellerden birisidir, zira Sivil Toplumun temelinde, farklı dünya görüşlerine ve farklı çıkarlara sahip olan bireylerin, diğerinin varlığına zarar vermeden ve diğerinin farklılıklarına saygı göstererek bir arada yaşamaları prensipine kuruludur. 

Osmanlı’da toplumdaki “mutlak doğru” ise orta çağ avrupasındaki gibi dini imge ve motiflerle sağlanmış ve bu ulema sınıfı ve merkezi güçler tarafından formüle edilmişti. Avrupa’da bu yekpare toplum kavramını formüle eden mutlak doğru, kralın ve kilisenin mutlak otoritesi ile dayatılmaktaydı.  Fakat zamanla, modern kapitalizmin doğuşu sonucu oluşan bir burjuvai orta sınıf ve merkezinde orta sınıfın bulunduğu yerel zümrelerin de güçlenişi ile kralın ve kilisenin otoritesine rakip toplumsal zümreler oluşmaya başladı. Örneğin, Halil İnalcık, Rönesans Avrupa’sında sosyal açıdan meydana gelen en önemli olayın, burjuvazi sınıfının ve şehirlerde soylu olmayan kitlelerin, kiliseden ve soylu/aristokrat sınıftan daha güçlü hale gelmesi olduğunu yazar [14] Avrupa’da bu unsurların kendi kabul ettikleri doğrularını, dünya görüşlerini ve çıkarlarını müdafa etmeleri ve akabinde bu unsurların kurumsallaşmaları, merkezin mutlakiyetçi gücünü ve kilisenin mutlak otoritesini sınırlandırmıştır; burjuvazi ve toplumdaki diğer sınıfların birbirlerini dengelemeleri sonucu ortaya çıkan sosyo-politik ortamsa Modern Demokrasinin ve Parlementer rejimin doğuşunun temelini oluşturmuştur. İşte Barrington Moore da: “Burjuva olmazsa, demokrasi olmaz.”[15] derken tam olarak burjuvai bir orta sınıfın, merkezi gücü dengelemesini ve bu dengeleme olayı sonucu oluşan Merkez ile pazarlık sürecinin  Parlementer bir Demokrasiye evrilmesini kast eder.

Yani denebilir ki, Avrupa’daki modernleşme ve demokratikleşme süreci merkezi otoritenin karşısındaki rakip güçlerin, merkezi otoriteye meydan okumaları ve merkezi otoriteyi dengeleyerek sınırlandırmaları sonucu ortaya çıkmış ve bu dengeleme sonucunda Mutlakiyetçi Merkezi Güçler, yekapre toplum anlayışlarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Fakat Osmanlı’da Taşraya hiçbir zaman merkez tarafından bir otonomi sağlanmadı.[16][17][18] Bunun yanı sıra Osmanlı’da merkez yetkilerinin bir kısmını taşradaki güçlerle paylaşmak zorunda kaldığında bunun her zaman geçici bir önlem olarak değerlendirdi(örneğin Senet-i ittifak bunun bir örneğidir) . Metin Heper, Osmanlı’da tüm zenginliğin bürokratik merkeze bağlı olduğunu yazar. Aynı şekilde örneğin, Tanzimat Modernleşmesinin en temel amacı da Prens Von Metternich tarzı aydınlanmacı, mutlakiyetçi ve merkeziyetçi bir devlet kurmaktı.[19][20]

Osmanlı’da merkezden bağımsız olarak bir burjuvazi ve orta sınıf da ortaya çıkamayınca(Osmanlı’da Merkezden bağımsız bir burjuvazi ve kapitalizmin ortaya çıkamayışını en iyi araştıran akademik çalışma şahsen Halil İnalcık’ın Capital Formation in the Ottoman Empire Makalesidir), Osmanlı İmparatorluğunda Batı Avrupa’daki gibi mutlakiyetçi merkez otoriteyi sınırlandırma potansiyeli toplumsal zümreler ve merkezden bağımsız bir taşra ortaya çıkamayınca[21] ve bu bağlamda demokratikleşme ve modernleşme yönünde merkezin dışındaki güçlerden baskı gelemeyince, Osmanlı-Türk modernleşmesi, Merkez’in girişimleriyle sınırlı kaldı. Bunun sonucunu Heper şöyle yazar: 

“Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki siyasi değişim ve modernleşme, bireyin doğal hakları teorisine dayalı değil, imparatorluk ve devletin nasıl yıkılmaktan kurtarılacağına dayanıyordu.” İşte bu yüzden de, Türk modernleşmesi sonucu Yekpare toplum anlayışından kurtulamamıştır, zira Modernleşme Merkezi unsurların girişimleri ve onların kendi gerçeklerini uygulamaları ile sınırlı kalmış ve onların kendi toplumu tasavvur şekillerine rakip çıkacak ve onları dengeleyecek bir güç de zuhur edememiştir. Bunun sonucunda Türkiye’de Yekpare(kapalı) toplum anlayışı yok olmamıştır. Kemalist rejimde de yekpare toplumun izleri görülebilir.[22]  (mesela Şükrü Kaya’nın disiplinli hürriyet kavramı buna bir örnektir.) Fakat kemalist elit çoğunlukla toplumda bir mutlak doğru yokmuşçasına hareket ettiğini düşünüyorum, nitekim Atatürk’ün politikası katı bir doktrin veya değiştirilemeyen ayetler ışığında değil;  tamamiyle pragmatizm ve rasyonalizm etrafında şekilleniyordu.[Bkz: Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk kitabı bunu iyi anlatır] Ama tüm bunlara rağmen rejimde kendi pragmatik “iyi” kavramına karşı gelenleri ötekileştiren kişilerin olduğunu da hesaba katmak gerek, İsmet Paşa bile 1937 sonrası bundan mağdur olduğunu aktarır.[23] Bunun yanı sıra, Örneğin, Bayar’ın bazı konuşmaları Türkiye’nin çok partili yaşama geçerken bile bu kapalı toplum anlayışına sahip olduğunu gösterir[24], keza Süleyman Demirel’in bazı konuşmaları da buna örnektir.[25]

Sonuç olarak Osmanlı-Türk modernleşmesi ve Türkiye’de demokratikleşme merkezin çevresi tekelince yürütülmüş bir hareketti. [Daha detaylı bir okuma için bkz: Metin Heper’in “The Ottoman Legacy and Turkish Politics” ve “Türkiye’de Devlet Geleneği” kitabı] ve bunun sonucunda “kul” kültürü ve kapalı toplum tam anlamıyla sarsılmadı ve bir sivil toplum ortaya çıkamadı. Şimdi tabi “Türk Modernleşmesi” diyince aklımıza direk Kemalist Modernleşme hareketi gelebilir. Şimdi Kemalit rejim ve sivil toplumun ilişkisine bir bakmak isterim. Kimi liberal ve solcu şahıslar Türkiye’de sivil toplumun oluşumunu Kemalist rejimin baltaladığını iddia etmektedir.[26] Bu bence doğru değildir. Metin Heper’in ifade ettiği gibi bu olgu, Osmanlı’nın “Hâmi Devlet” ve “kul” kültürünün mirasıdır.[27] Kemalist rejimde elbette ki bazı baskıcı eğilimler vardı, örneğin basın üzerinde 1925-1936 arasında büyük bir baskının olduğunu söyleyebiliriz.[28][29] Belki de bu uygulamalar uzun vaadede Türkiye’de cidden basın özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünüm yerleşmesine engel olmuş olabilir, fakat bu hususu hakkında bazı şahıslar gibi şişirip memlekette herkesi tek parti susturdu demeye lüzum görmüyorum. Nitekim, kemalist rejim döneminde baskılar hatta rejime mensup bazı kişilerin Faşist eğilimleri olmasına rağmen( örneğin, Recep Peker, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Şükrü Kaya) olmasına rağmen bunun Prens Von Metternich tarzı aydınlanmacı Tanzimat Diktatörleri, 2. Abdülhamit veya İttihatçılarla mukayese bile edilemeyeceği ve rejimin bunlara kıyasla basın konusunda çok daha demokratik olduğu aşikar bir gerçektir. Nitekim baskılara rağmen, bu dönemde basında hem niteliksel hem niceliksel bir gelişim yaşanmıştır. 

Sivil Toplum ve kemalizm ilişkisine dönersek,  Sivil Toplumun ve Liberal Demokrasinin temelinde ferdin ve toplumun rasyonalizmi yatar. Max Weber ve Jacob Bruckhardt’a göre Rasyonalizm, Batı Medeniyetini Doğu Medeniyetinden ayıran en temel özelliktir.[30] Batı’da pozitivist bilim anlayışı, materyalist hayat görüşü toplumsal bakış açısına hakimken, doğuda mukadderatçı bir bakış ve skolastik düşünce açısı açısı hakimdir.[31] Yukarıda da ifade ettiğim gibi genellikle Kapalı Toplumlarda kabul edilen mutlak toplumsal gerçek de dini motiflerle dayanır.

İşte Halil İnalcık Hoca’ya göre Kemalist İhtilalin en temel amacı Batı’nın bu rasyonalizmini Türkiye’de inşaa ederek  Türkiye Cumhuriyetinin temellerini bu rasyonalizmin üstüne kurmaktı. İnalcık Hoca’nın tabiriyle Kemalist Devrim bir “zihniyet değişikliği”ydi.[32] İnalcık şöyle yazar: “Atatürk'e göre her hareketimize ilim zihniyeti, kültüre şekil veren temel prensip ve bir hayat görüşü olarak hâkim olmalıdır. Batı medeniyeti, bu insani-üniversal prensibin sonucu olduğu için birdir Bunun içindir ki o, devlet ve toplum hayatında, dünyevi yaşayışımızda, mistik ve ilahi temele dayanan her türlü kurumun hâkimiyetine son vermedikçe modernleşmenin mümkün olmadığına inanıyordu.”[33] Bu olgunun başlı başına Yekpare toplum anlayışına zıt olduğu kanısındayım. Aynı şekilde Bülent Tanör Hocanın da dediği gibi Kemalist Rejimin en temel prensiplerinden birisi pozitif bilime dayalı evrensel değerlere teveccühtür.[34] Bunun yanı sıra bunu hem kemalist rejimdeki Stakhanovist vurguyu görmemek de elde değildir, nitekim Köy Enstitülerinin arkasında çok güçlü Stakhanovist bir söylem yatar. [35] Kemalist rejim, Osmanlı toplumuna hâkim mukadderatçılık ve kadercilik söylemine karşın sivil toplumun ön koşullarının oluşturduğu “insanın kendi mukedderatına(kaderine) hakim olabileceği” fikrini feslefi temel alarak “birey”in gelişimine olanak sağlamış ve toplumsal düzende irrasyonal ve gerici dünya görüşlerini temsil eden Ümmetçi ve feodal kişi, norm ve kıralların tasfiye edilmesini sağlamış veya en azından bunları başarmaya çabalamıştır [36] Bu devrimler evet maalesef Türkiye’yi bir Batı Liberal Demokrasisine dönüştürmemiş ve maalesef tam anlamıyla Yekpare toplumun etkilerini tasfiye edememiştir ama Türkiye’nin İslam Dünyasındaki kısmen tek laik ve demokratik devlet olmasını sağlamıştır. 1945’de çok partili hayata geçilirken şüphesiz Özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir, [37] [38] [39] ama en azından Liberal Demokrasiye giden yolun açık olduğunu düşünmekteyim, (nitekim bugün dünyadaki tüm liberal demokratik rejimleri ilk ortaya çıktıklarında, gayet sınırlı bir demokrasilerdi ama zamanla demokratikleşerek evrildiler) ve bugün için de aynı şey bence geçerli ve bu yolun açıklığının en temel sebebi de sağlam cumhuriyetçi ve laik temellerin üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecinde yatar. Biraz konudan çıktık biliyorum ama burası önemliydi. Neyse en son Türkiye’de siyasi iktidarın halkın gözünde en temel onaylanma kriterinin iktisadi vaziyet olduğunu ifade etmiştim.  Türk Tarihinde her zaman ekonomik faktörler çok çok önemli roller oynamıştır; Türkiye’nin tarihine baktığımızda, Türk tarihindeki siyasal dalgalanmalara, iktidar değişikliklerine baktığımızda yüzde 95 en önemli sebebin ekonomik ve halkın açlığı olduğunu görüyoruz. Örneğin Türkiye’nin 1. Dünya Savaşına girişinde Jön Türklerin hayalciliği vurgulanırken, savaşa girişin arkasında yatan ekonomik faktörlerin[40] daha arka planda bırakılması şahsen doğru değildir. Bunun yanı sıra aslında mesela Serbest Cumhuriyet Fırkasının kuruluşunun arkasında ve CHF’ye karşı kitlelerden yoğun destek toplamasının altında da Büyük Buhran’ın yarattığı ekonomik faktörler ve fakirlik yatar.[41] [42] [43] [44] Yine 1945’de çok partili hayata geçişte en önemli faktör 2. Dünya Savaşı döneminde Türk toplumunun içinde olduğu büyük yokluk durumu ve kemalist rejimin ekonomi politikalarının halkı daha da fakirleştirmesi olmuştu. Feroz Ahmad’a göre 2. Dünya Savaşındaki Toprak Mahsulleri Vergisi gibi uygulamalar 20 yıldır istikrar sağlamış “Kemalist Koalisyon”u paramparça etmiş ve savaştan sonra kaçınılmaz olarak yeni bir denge kurulmaya ihtiyaç duyulmuştu.[45] Şevket Pamuk’un yazdığına göre de Kemalist rejimin 2. Dünya Savaşı dönemindeki ekonomi politikaları ve halkın çektiği fakirlik; nüfusun yüzde 80’ini oluşturan küçük-orta köylülük ile kemalist rejimin arasındaki tüm ipleri koparmış ve savaş sonunda tek parti nüfusun yüzde 80’inden fazlasını karşısına almıştı.[46] Feroz Ahmad’ın dediği gibi yeni bir denge arayışı kaçınılmaz olmuştu ve bunu en iyi bilen kişi de İsmet İnönü’ydü. Bu dönemde İnönü yakın çevresine şöyle diyordu: “Bu memleket artık seyyar İstiklal Mahkemeleri’yle idare edilemez. Atatürk sağ olsaydı idareyi beş sene daha devam ettiremezdi. Diktatörlükler ihtilalle yıkılmaya mahkumdur.”[47] Aynı şekilde İnönü yıllar sonra Metin Toker’e şöyle de konuşur: “Başka kafada olsaydım, dünyanın ve memleketin haline yanlış teşhis koysaydım, CHP belki daha geç iktidardan düşerdi ama dünya başına yıkılarak düşerdi..”[48]

Tabi çok partili hayata geçişte dış etkilerin rolünü de unutmamak gerekir.[49] [50]ama Batılı güçlerin Türkiye’yi demokratikleşme için zorladıklarını söylemek ise doğru olmayacaktır.[51][52][53][54] Nitekim kemalist rejimin amacı da Falih Rıfkı Atay’a göre Türkiye’de özgürlükçü liberal bir demokrasi kurmaktı[55] ki 1924 Anayasası da Liberal Demokrat bir hayal ile kaleme alınmıştı.[56] Aynı şekilde askeri darbelerin arkalarında da ekonomik sorunlar yatmaktaydı. Örneğin, 27 Mayıs’a giden süreçte 1957 sonrası Türkiye tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birisine girmiş ve Mayıs 1960’a gelindiğinde fiilen Türkiye Ekonomisi iflas etmişti.[57] Keza Feroz Ahmad’a göre 12 Eylül sürecinin arkasında da önemli ekonomik faktörler vardı.[58] Süleyman Demirel’in tabiriyle “ülke 70 cent’e muhtaçtı.” [59]

Tabi 12 Eylül’e giderken siyasal çatışmaların da ekonomik darboğaz kadar etkili olduğu doğrudur. Ama birçok sosyolojik çalışma, vandalism, yağmacılık, kriminalizm gibi sosyal sorunların ekonomik darlıklarla doğrudan ilişkisi hatta ekonomik darlıkların bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur.[60] Keza Josue de Castro’ya göre de birçok sosyal problemin sebebi açlık ve yetersiz beslenmedir.[61] AKP’yi iktidara taşıyan en önemli sebep de şahsen 2001 kriziydi. Evet, AKP 28 Şubat aracılığıyla birçok liberali, solcuyu ve demokratları safına çekmiş olabilir fakat halk kitlelerinin mevcut siyasal güçlerden bıkıp yeni bir arayışa yönelmelerinin en önemli sebebi, 1990’lardaki ekonomik istikrarsızlık ve 2001 kriziydi. Bugün Türkiye’de yeniden bir ekonomik darboğaz mevcut, bunun nasıl siyasal bir dalgalanmaya yol açacağını ve siyasal iktidar bazında nasıl bir değişiklik getireceğini kısa zamanda göreceğiz.

 

 

Alp Buğdaycı, 

İstanbul, 2021

 

Kaynak 1: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, S. 155-156

Kaynak 2: Vilfredo Pareto, The Mind of Society, S. 1589-1590

Kaynak 3: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, S. 387-391 zürcher burda “ekonomik mucize” olarak niteleyerek şişirir ama yine de iyi bir analiz sunar

Kaynak 4: Josue de Castro, Geography of Hunger, SF. 15

Kaynak 5: Murat Metinsoy, 2. Dünya Savaşında Türkiye, SF. 77

Kaynak 6: John Reed, Dünyayı Sarsan 10 Gün, SF. 41-42

Kaynak 7: The American Historical Review, Temmuz 1946, Vol. 51, No. 4, Richard Munthe Brace, The Problem of Bread and the French Revolution at Bordeaux, SF. 650 ve 654-658

Kaynak 8: Past&Present, Kasım 1955, No. 8, George E. Rude, The Outbreak of the French Revolution, SF. 29-33

Kaynak 9: May, Stefan. “Zivilgesellschaft Als Demokratietheorie – Überlegungen Zu Einer Aktuellen Debatte.” Kritische Vierteljahresschrift Für Gesetzgebung Und Rechtswissenschaft (KritV), vol. 80, no. 3, Nomos Verlagsgesellschaft mbH, 1997, pp. 320-323

Kaynak 10: Mardin, Serif. “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire.” Comparative Studies in Society and History 11, no. 3 (1969): 264-270

Kaynak 11: Halil İnalcık, Osmanlılar, S. 260-265

Kaynak 12: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, SF. 42

Kaynak 13: Tanel Demirel, Türkiyenin Uzun 10 Yılı, SF. s. 167

Kaynak 14: Halil İnalcık, Rönesans Avrupası; Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, S. 5

Kaynak 15: Barrington Moore, Social Origins of Dictatorship and Democracy, S. 418

Kaynak 16: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, SF. 182

Kaynak 17: Mardin, Şerif. “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?” Daedalus 102, no. 1 (1973): 172-175 

Kaynak 18: Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics.” Journal of International Affairs 54, no. 1 (2000), S. 63-68 ve S. 80

Kaynak 19: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, SF. 184 ve 273

Kaynak 20: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, S. 76 ve 87

Kaynak 21: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, S. 163

Kaynak 22: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, S. 168

Kaynak 23: İsmet İnönü, Hatıralar, S. 553-555

Kaynak 24: Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, S. 42

Kaynak 25: Yunus Emre, CHP Sosyal Demokrasi ve sol, S. 70/ Milliyet Gazetesi, 30 Haziran 1965

Kaynak 26: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, S. 327

Kaynak 27: Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics.” Journal of International Affairs 54, no. 1 (2000), S. 63-68 ve S. 78-81

Kaynak 28: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, S. 318-319

Kaynak 29: Akşin, Sina . "Atatürk Döneminde Demokrasi". Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 47 / 01 (Ocak 1992), S. 246

Kaynak 30: Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, S. 83-84

Kaynak 31: A.G.E

Kaynak 32: A.G.E S. 82

Kaynak 33: A.G.E S. 84

Kaynak 34: Bülent Tanör,  Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri, S. 321

Kaynak 35: Asım Karaömerlioğlu, Orada Köy Var Uzakta, S. 97

Kaynak 36: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, S. 327

Kaynak 37: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, S. 33-87

Kaynak 38: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, S. 47-48, S. 99-116 (Taner Timur durumu baya abartıyor, ama McCarthyci söylemin Türkiye’ye yansımalarını iyi gösteriyor.)

Kaynak 39: Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca(spesifik bir sayfa vermek doğru değil çünkü bu konu direk kitabın konusu.)

Kaynak 40: Feroz Ahmad, The Young Turks Struggle For The Ottoman Empires 1914-1918,  S. 20-23 ve S. 71

Kaynak 41: Sebahattin Çöl, Understanding of Democracy in the Turkish Public Opinion During 1930 Municipality Election and 1946 General Election in Turkey, S. 14

Kaynak 42: Cem Emrence, Serbest Cumhuriyet Fırkası, S. 93

Kaynak 43: Çetin Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, S. 121

Kaynak 44: Kemal Karpat, Türk Demokrasisi Tarihi, S.154 

Kaynak 45: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye S. 26

Kaynak 46: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, S. 208

Kaynak 47: Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Hatıratlar, S. 997

Kaynak 48: Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, S. 215-216

Kaynak 49: Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, S. 40-41

Kaynak 50: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, S. 41-42 ve S. 44

Kaynak 51: Bernard Lewis, Demokrasinin Türkiye Serüveni, S. 11

Kaynak 52: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, S. 337-338

Kaynak 53: İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, S. 203-205

Kaynak 54: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, S. 43

Kaynak 55: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/417369

Kaynak 56: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, S. 292 ve S. 308-310

Kaynak 57: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, S. 152-154

Kaynak 58: A.G.E S. 368

Kaynak 59: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, S. 152

Kaynak 60: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, S. 78

Kaynak 61: Josue de Castro, A.G.E, S. 65

Yorumlar