Esat Oktay Yıldıran’ı Niçin Savunmamalıyız?

 Esat Oktay Yıldıran’ı Niçin Savunmamalıyız?


Hukuk nedir? Dworkin, hukuk önermelerine herkesin bir rıza üretimi için “parazit edasıyla” yapıştığını ifade ederken yanlış değildi.[1] Küçük ölçekli toplumlarda hukuki normlar, enformel bağlamda, yeniden etkileşime girme teşviki bağlamında şekillenmekteydi. Küçük boyuttaki toplumlarda, bireyler birbirleriyle yeniden ortak bir etkileşime gireceğinden ve bundan sağlayacakları faydanın Pareto verimliliği dolayısıyla bu normlara boyun eğmek konusunda teşvikleri mevcuttu. Velhasık, Küçük ölçekli toplumlar düzeni sağlamak için tekrarlanan etkileşimlere ve sosyal yaptırımlara dayanır. Küçük ölçekli, birbirine sıkı sıkıya bağlı toplumlarda bu mekanizmalar işbirliğini güçlendirme konusunda güçlüdür zira bu toplumlardaki bireyler gelecekte tekrar birbirleriyle etkileşime girmeyi beklemektedir.[2] Fakat yeniden etkileşim(repeated interaction) üzerine kurulu enformal hukuki sistemler, orta-büyük ölçekli toplumlarda düzeni sağlamaktan acizdir. Zira bu ölçekli toplumlarda insanların mütemadiyen sosyal ve ekonomik mübadelelerde bulunması olanaksızdır.  Bu yüzden de bugün mübadelede bulunduğunuz insanı, başka bir zaman görme olasılığınızın düşük olması ve bu sebepten dolayı da yeniden etkileşime girme olasılığınızın da düşükolduğu için, ona hakkaniyetli davranmak için bir teşvikiniz namevcuttur.[3] Bu antropolojik olguyu göz önünde bulundurunca, toplumların kompleks mikro ilişkiler yumağının katmerlenmesi sonucu formel bir devlet olgusunun ortaya çıkması anlaşılabilir.[4]


Toplumların formel hukuk mekanizmaları hakkında bir ayrım yapılması zarurettir. Bir toplumda Koyama ve Rubin’ın tabiriyle iki hukuk sistemi bulunabilir; Kimlik hukuku(identity rules) ve egaliteryen veyahut Henley’in de tabiriyle “the Impersonal Rule of Law”[5] Kimlik hukukunda, formel yaptırım mekanizmaları yönetici elit tarafından istenildiği gibi şekillendirilebilir ve kendilerini de bağlamaz. Lakin egaliteryen hukukta, üzerine uzlaşılan sözleşmeler tüm toplumsal neferler açısından bağlayıcı ve aynı şekilde bu sözleşmenin perspektifinde her bir kamusal nefer eşit telakki edilir. Bu kimlik ve egaliteryen hukuk mekanizmaları bir tane temel anahtar farka haizdir, bir tanesinde “rule of law” vardır, yani hukukun hükümranlığı; diğerindeyse “rule by law” yani hukuk aracılığıyla hükmetme. İkincisinde hukuk, egemen ideoloji[6] nin tahakküm kurma mekanizmasının bir aracılığı olarak işlevsel değer sahibidir. Lon Fuller’a göre “rule of law” olgusunun 7 farklı kriteri mevcuttur:

1- Yasal eşitlik kavramını gerektirdiğini, yani yöneticiden aşağıya doğru tüm bireylerin eşit olarak hukuka tabi olduğunu, 

2-Yasaların ileriye dönük , açık ve net olması gerektiğini; 

3- yasaların zaman içinde istikrarlı olması gerekir ;

4- Kanun yapımının kapsayıcı olması

5- Yargının siyasi açıdan bağımsız olması gerektiği, 

6- Mahkemeler gibi yasal kurumlar herkesin erişimine açık olmalıdır; ve 

7- Bu kurallar genel olmalı ve aynı şekilde uygulanmalıdır.[7] 

Son Maddenin önemine işaret etmekte büyük bir fayda görüyorum.

Wallis, North ve Weingast iki temel farklı makro kurumsal düzen olduğuna işaret eder: “natural satate” ve “open-access order”[8]  Natural state, 18. Yüzyıl öncesi pre-modern devlet yapılarını betimlemek için kullanılır, Acemoğlu ve Robinson’un ünlü “Sömürücü kurumlar” tipolojisi gibi de düşünülebilir lakin aralarında bir iki nüans farkı vardır.[9] Bu toplumsal ve siyasal kuruluşlar manzumelerinin teşekkül ettiği kurumsal düzenin alamet-i farikası ise işte tam olarak “rule by law” esasına dayanmasıdır. Mesela, Osmanlı, Feodal Avrupa, Meiji Devrimi öncesi Japonya bir emsal teşkil eder. Open-access order ise tam tersine modern devlet ideolojisine ve hukukun bağlayıcılığı temeline dayanır. Birisinde, toplumsal sözleşmeler yani yasama tarafından netleştirilen kanunlar her halükarda bağlayıcıdır, diğerindeyse devlet elitlerinin keyfi en temel bağlayıcıdır. Şimdi, hangi kurumsal formasyona sahip ülkelerin vatandaşlarına daha iyi bir yaşam sunduğu, daha refah içerisinde yaşadığı ve iktisadi büyüme yakaladığı çok nettir. Nitekim bu olgu 19. Yüzyıl Osmanlı reformcularınca da anlaşılmıştır.[10]Tanzimat’ın Paşaları, uzunca tartışmalar, birbirleriyle mücadeleler, bitmez bilmeyen polemikler sonucu bir olgu üzerinde uzlaşabilmişti: Hukuk Devletinin teşkili ve Modern devletin inşaası.[11]  Neredeyse 170 yıl önce Paşalar, Modern bir hukuk devletine geçişin tek seçenek olduğu sonucuna varmış ve bu bağlamda modern bir ceza mevzuatı oluşturmak amacıyla da işkencenin kaldırılması gerektiği kararını vermişlerdi. Bunun sonucunda da 1856’da her türlü işkence yasaklandı.[12]  Tabiki hukuk devletinin inşaası bununla da bitmedi, zira Zürcher’in de işaret ettiği gibi Osmanlı reformcuları ancien’ regime kalıntılarını ve şerri hukuku kaldırma cürrettine sahip değildi[13]; bu Jön Türk dönemine nasip oldu. İlk başta 1912-8 arası çeşitli açılardan hukukun medenileştirilmesi[14], ardından da 1920’lerde Fransız Kamu Hukuku[15] ve İtalyan Ceza kanunun benimsenmesiyle tam anlamıyla formel bir hukuk devleti inşaa edilmişti. Burada çok karışıtırılan bir noktayı düzelteyim, kemalistlerin benimsediği ceza kanunu, faşistlerin yazdığı değil; 19. Yüzyılın en önde gelen liberal hukuçularından Zanardelli’nin yazdığı ve o dönemki Avrupanın en liberal ve medeni ceza mevzuatlarından olan 1889 İtalyan Ceza Mevzuatıdır. Bu ceza mevzuatında da işkence açıkça yasaklanmış ve işkence uygulamalarına cezai yaptırımı getirilmişti. 


Şimdi önce Tanzimat Paşaları, ardından da Jön Türkler ve Kemalistler, neden böyle bir yol izledi? Niçin medeni ülkelerde, refah içerisinde yaşayan vatandaşların kullandığı yasaları Türkiye’ye getirip bir “rule of law” inşaa etmeye yeltendiler, oysa 15 yaşında hayatındaki tek bilgisi izlediği youtube videoları olan nevrotik dostlarımızın yapacağı gibi bir kabile devleti kurup, kendi keyiflerine göre istediklerini yapamazlar mıydı? Heper’in tabiriyle neden kemalistler “modern devleti, kurumsallaşan, kişisel eğilimlerden arındırılmış sistemli bir kurallar bütünü ve objektif yasalar” formasyonunu özümsemişti? Cevap çok basit, çünkü kemalistler hukukun hükümranlığının olmadığı, neolitik çağ öncesi göçebe toplumlarında rastladığımız primordial kabile ve orman kanunularının muasır medeniyetlere giden yolun anti-tezi olduğunu gayette farkındaydı. Bu farkındalık sonuna kadar doğruydu. Mutluluk endeksi, kişi başına düşen milli gelir sıralamaları, hayat kalitesi, yaşam beklentisi, gelişmişlik endeksi ve ne kadar olumlu indikatör varsa, bunların her birisi hukuk devleti endesli yani “the rule of law index” ile pozitif korelasyona sahiptir.[16] Bunu uzunca anlatmaya bile gerek duymuyorum, ama en basitinden sürdürülebilir ve inovatif bir ekonomik kalkınmanın tartışmasız önkoşulu hukukun hükümranlığıdır, bu konuda genişçe bir literatür olduğunu da söylemeden geçmeyeyim.Hukukun hükümranlığının temel prensiplerini de yukarıda Fuller’ın maddeleriyle göstermiştik, şimdi tüm bunları göz önünde tutalım ve Esat Oktay Yıldıran mevzusuna gelelim.


Bir devletin ceza kanunu mevcuttur, bu ceza kanunu, hüküm giyen suçluların cezalarını tayin eder. Bir suçlu ise bu ceza kanunu bağlamında suçunu çeker. Buna hukuk devleti denir, bir devleti terör örgütünden ayıran olgu “hukuk”tur. Weber, devleti “meşru şiddet tekeli” olarak tanımlar, burada en önemli kavram “meşru”dur. Meşruiyet modern devletlerce anayasa ve kanunlar ile inşaa edilir. İşte Türkiye Cumhuriyeti Devletini, PKK terör örgütünden ayıran yegane objektif(bakın ahlaki demiyorum, objektif diyorum) nokta meşru bir toplumsal sözleşme üzerine dayanması, yani hukuk devleti noktai nazariyesini temeli olarak alması ve bu yüzden de meşru bir siyasi organizasyon olmasıdır. Bu meşruluk yok olursa ortada sadece bir “şiddet tekeli” kalır, o zaman da bir terör örgütünden bir fark kalmaz. “Birisi terör saçıyor ama” gibi argümanlara, “state-building” antropolojisini ve Charles Tilly’nin “War and State Building as a organized crime” tezini öneririm.[17] Tilly şunları yazarken çok haklıydı: “Haydutluk, korsanlık, cete bölgeleri arasındaki husumet, polislik yapmak ve savaşmak, bunların tümü aynı sürece aittir.”[18] Yani modern devletler ile modernite öncesi bölgesel haydutlar arasında ciddi bir devamlılık vardır, bir tanesi siyasi gelişim sürecinin başını teşkil ederken diğeri sonucunu teşkil eder. Bu evreler arasındaki farksa üretmeye muktedir oldukları rıza ve meşruluktur. Bu hipotezin modern siyaset teorisinde genişçe kabul gören bir olgu olarak kabul edildiğini eklememe izin verin. Peki, eğer bir devlet kendi ceza kanununu, yani meşruiyet mekanizmasının bir parçasını kendi eliyle berhava ederse, o zaman, o devletin, meşru olmayan bir şiddet tekelinden, yani terör örgütünden ne farkı kalır? Hukuk devletinin sağlayacağı meşruluk, bir siyasal organizasyonu terör örgütü olmaktan ayıran yegane olgudur. Peki, açıkça ceza kanununda bulunmamasına ve işkencenin yasaklanmasına rağmen, kendi kafasına estiği gibi kendi cezasını kesen birisine ne diyebiliriz? Devletin meşruluğunu halkın gözünde mahveden bir psikopattan başka denebilecek bir laf bulamıyorum. Esat Oktay Yıldıran tartışması esasında, “Hukuk devleti mi yoksa kabile devleti mi” istiyoruz sorusuyla yakından ilintilidir. Eğer Türkiye’yi, tüm modernleşme sürecinden önceki kabile devleti hukuk formasyonuna götürmek ve devletin istediği herkesi keyfine göre cezalandırabileceği bir mekanizmanın gözlemlendiği zaman dilimine sürüklemek istiyorsanız, buna tek diyeceğim nokta, sizin Türk milletinin refah ve iyiliğini düşünmekten ziyade kendi nevrotik ruh hastalığınız bağlamında şovenizm yaptığınızdır. 


Esat Oktay işkenceci mi? Burada çok büyük mantıksal safsatalar dönmekte, taraflar diyor ki: “PKK işkenceci diyor, yani işkenceci değil”, buna göre PKK, oksijensiz yaşayamayız dese, bu da mı yanlış olacak? Veya PKK’ya göre İŞİD kötü, yani İŞİD iyi mi? Şunu söylemek istiyorum, açıkçası PKK terör örgütünün ne zırvaladığı şahsımı en ufak biçimde bile ilgilendirmez. Dediklerini açıp okumam ve kendi argümanlarımı “pkk’nın ne diyip, ne dememediğine” göre de şekillendirmem. Esas nokta şu ki, terör örgütü suçundan hüküm giymeyen yüzlerce kişi, mahkemelerde, bizzathi Diyarbakır’da işkenceye maruz kaldığını bağırarak dile getirdi, bunlar içerisinde Adalet partisi belediye başkanı adayı da mevcuttu. Örneğin Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Felat Cemiloğlu röportajlarında, Diyarbakır cezaevinde kendisine dışkı yedirildiğini ifade ediyordu.[19] Felat Cemiloğlu, 1 yıl sonra mahkemeye çıkarılmadan tahliye edilecek ve tüm suçlamalardan beraat edecekti! Bir başka örnek ise örneğin CHP’nin Urfa Milletvekili Celal Paydaş ve Ecevit’in Kabinesinde Devlet Bakanı sıfatıyla bulunan Mustafa Kılıç da Diyarbakır Cezaevinde işkence gördüğünü ifade etmişti.[20] Paydaş, terör suçundan yargılanmış ve suçsuz bulunarak beraat etmiştir. PKK’nın 1978’de ilk silahlı saldırısının hedefinde olan ve saldırıda 8 yaşındaki oğlu yaralanan, Adalet Partisi Urfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak da Diyarbakır cezaevinde işkence gördüğünü ifade etmişti. Dikkat edin, Bucak, PKK’nın ilk silahlı saldırısının hedefiydi![21] 8 yaşındaki oğlu saldırıda yaralanmıştı, şimdi biz Bucak’a “PKK”lı diyebilir miyiz?


Tabiki, PKK’lıların da bu yönde beyanatları var, lâkin o dönemde Diyarbakır cezaevinde bulunup “hayır, işkence yok, muammele çok iyiydi” diyen kişiler var mı? Bilakis, o dönemde cezaevinde bulunan ve terör örgütü suçundan hüküm giymeyenler, ağıza alınmayacak işkencelere maruz kaldıklarını söylemekte. Şu ifade edilmeli, 12 Eylül döneminde, Evren ve onun türk-islamcı paşaları, yüz binlerce insanı hapishaneye attı. Eğer siz, diyarbakır’da sıradan chp veya mhp çizgisinde bir gazeteci olsaydınız muhtemelen siz de o cezaevinde olacaktınız. CHP Diyarbakır il başkanı olsaydınız, siz de o cezaevinde olacaktınız. Bunun sebebi de 12 Eylül dönemi tutukluluk süresini kararnamelerle uzatmış ve mahkemeye çıkmadan çok uzun süre hapishanede sizi tutabiliyorlardı. Kaldı ki bu dönemde tutukalananların yüzde 90’ından fazlası beraat etmiştir. Bu bağlamda nasıl Diyarbakır cezaevindeki herkesi teröristlikle suçluyorsunuz? Bir de işkenceye dair resmi bir belge yok deniliyor, bilinmiyor ki dönemin TSK iç yazışmaları hala kamuya kapalı. Şu doğru, elimizde böyle bir yazışma veya raporlar yok; ama bunun sebebi hala o dönemin gizli yazışma arşivinin itinayla araştırmacılara açılmasının engellenmesidir. Bunun yokluğunda ne yapabiliriz? Elimizde yegane kaynak tanıklıklar. Her türlü dünya görüşünden, farklı insanlar da işkence gördüklerini dile getirmekte. Özellikle korkunç bir yanılgıya düşerek “Diyarbakır cezaevi” işkencelerinin Çözüm Süresince ilk dile getirildiği, burada hatta milliyetçileri düşmanlaştırmak için “icat edildiği” söyleniyor, oysa bu çok yanlıştır. Mesela 2003 yılında, sadece çıktığı ilk ayda tam 11 baskı yapan Hasan Cemal’in “Kürtler” kitabında da işkenceler ele alınıyor ve bu işkenceler hakkında röportajlara yer verilmekteydi. Ertuğrul Mavioğlu Asılmayıp Beslenenler kitabını 2004’de yazmış, Serbesti dergisi, Eylül 2003 sayısını sadece Diyarbakır cezaevindeki işkencelerin incelenmesini adamış, Haşim Kutlu olayın tanıklıklarını topladığı 12 Eylül’ün Cezaevleri kitabını 1989 yılında yazmış, 1985 yılında uluslarası af örgütü diyarbakır cezaevindeki işkencelere “Testimony on Turkey” adındaki raporuyla 1985 yılında dikkat çekmiş, Mehdi Zana cezaevinde gördüğü ve tanık olduğu işkenceleri ayrıntılı şekilde 1997 yılında kitaplaştırmış, Şerafettin Kaya daha 1984 yılında, Diyarbakır cezaevindeki işkenceleri betimlediği “Diyarbakır’da İşkence” başlığındaki kitabını yayınlamıştı. Bu liste uzayıp gider, söylemeliyim ki zikrettiğim isimlerin kişilikleri veyahut ideolojilerine katılmamakla beraber bu konunun çözüm süreci öncesinde de konuşulduğunu kanıtlar niteliktedir. Özellikle Uluslarası af örgütünün raporu çok önemlidir ve birçok şahide yer verir. Aynı zamanda dönemin resmi devlet istatistiklerini içerir. Buna göre Başbakanlığın 1984 yılındaki raporuna göre toplamda tespit edilebilen 897 işkence vakıası mevcuttu. 16 Mart 1982’de devlet bakanı İlhan Öztrak 12 kişinin de işkenceden öldüğünü kabul ettiği konuşmasına da yer verilir. Bunun yanı sıra 29 Ekim 1982’de Genelkurmay’ın 204 işkence sebebiyle ölüm hakkında bir soruşturma raporuna da yer verilir. Tabiki bu sayılar yüzde 100 doğru değildir, lakin bu dönemde gayette işkencenin yaygın olduğunu kanıtlar niteliktedir.


En komik bulduğum argüman ise “yauv siz ikinci çözüm sürecine yağ sürüyorsunuz” diyip, konuyu değiştirip, tartışmaya gündem bağlamında bir değer biçmek ve bu bağlamda da karşı tarafı bu gündemi kötü etkilemekle suçlamaktır. Bu, 2. Çözüm süreci argümanı yıllarca dile getirilmekte fakat hakkında hiçbir somut kanıt sunulmamaktadır. Birinci olarak 2010 AKP’sinin tabanı ile 2024 AKP’si tabanı farklıdır. İkincisinin tabanı milli güvenlik kaygılarının bir çimento görevi gördüğü, tamamiyle MHP oylarına bağımlı olunan bir koalisyondan ibaret. AKP’nin en temel amacı, neo-patrimonyal devlet yapısını sürdürmektir[22], tüm politikaları da “biz bunu nasıl sürdürürüz?” Sorusunda şekillenir. Hali hazırda milliyetçi muhafazakar seçmenden kuvvetli bir taban oluşturmuş, tamamiyle milli güvenlik kaygılarıyla muhalefeti düşmanlaştıran bir retorikten vazgeçmesi için AKP’nin teşviki nedir? AKP, pragmatik hareket eder ve nihai amaç ise status quo, yani kendi rekabetçi otoriteryen ve partizan devlet yapısını sürdürmektir. Şimdi düşünelim ki çözüm süreci başladı, o zaman AKP büyük bir taban değişimine gidecektir, bu bağlamda da yeniden 2011 tabanına dönmesi gerekir. Böyle bir riski almaya değer bulurlar mı? Nitekim 2011’deki tabanın sürdürülebilir olmadığı biliniyor, zira AKP’nin inşaa ettiği otoriteryen devlet yapısının karanlık yüzü her geçen gün 2010’ların başında bizim “kandırılan liberalleri” rahatsız ediyordu, bunun için de Erdoğan tam anlamıyla şeytani bir ustalıkla bu güruh ile MHP seçmeni arasında ustaca bir değiş-tokuş sağladı. Bence, değiş-tokuş olarak adlandıracağımız bu adım, ustaca bizim “post kemalistlere” tekme vurulup, muhalefet cephesine iteklenmesi ve akabinde milliyetçi muhafazakar ve içinde büyük devletçi damar taşıyan seçmenin rejime entegre edilmesi, rejimin konsolidasyonunu için kilit noktalardandı. Şimdi bu konsolide olmuş tabanı yap-boz gibi bozup yeniden mi post kemalistlere oynayacaklar? Bu çok riskli bir hareket ve Erdoğan’ın göze alacağını zannetmiyorum ki şuan Erdoğan gayet halinden memnun. bazen esip gürlese de, son derece sadık yüzde 10’luk ortağı var, direk “milli-güvenlik” retoriği ile her şeyi güvenlikleştirip, tabanının muhalefetin ajandasını ötekileştirmesini sağlıyor. Mesela 2015 Haziran seçimlerinde Erdoğan, “yetmez ama evet” kitlesi olarak niteleyebileceğimiz bu romantik demokratların mevcut olduğu tabanın son derece riskli olduğunu görmüştü. Şimdi neden geri dönsün buna? Erdoğan bir ideolojik ajanda ile hareket etmez, AKP de öyle; tamamiyle hedef kendi rejimin partizan kaynak dağıtım mekanizmasını ve şuan ki refah ve rahat içerisindeki durumlarını sürdürmektir. Ama tabiki eğer MHP bir anda AKP ile köprüleri koparırsa ise işte o zaman Erdoğan’ın yeni arayışlara gireceği açıktır. Ama orta vaadede, en azından Bahçeli hayatta olduğu sürece bu mümkün gibi gelmiyor, evet bazen esip gürlüyor, ama bunun hiçbir zaman fiiliyata yansıdığını görmüyoruz. Eğer mhp-akp koalisyonu bozulsa dahi bunun da 2011 “Yetmez ama Evet” koalisyonu minvalinde olacağını sanmıyorum. Çözüm süreci salt olarak kürt sorununu araçsallaştırıp bizim yetmez ama evetçilerin gözünü boyama amacı güdüyordu, AKP için bir ideolojik yönelim yansıtmıyordu. Bu yüzden de bizim yetmez ama evetçiler, 2011’de 643 ve 649 sayılı, akp kaynak dağıtım mekanizması açısından ölümcül bir önem arz eden kararnamelere sessiz kalıyordu. Akp’nin yeni bir çözüm sürecine gideceği yönündeki iddiaların dellillendirilmesi şöyle bir mantık izliyor: “AKP kötü, Çözüm süreci de kötü, yani AKP çözüm sürecini uygular.” Akp sadece, çözüm süreci kendi otoriteryen rejimini pekiştirecekse bunu tatbik eder. Burada hiç ideolojilerin falan önemi yoktur. Bu yüzden evvela tartışılması gereken hali hazırda status quo’yu sarsacak radikal bir taban değişiminin AKP için ne gibi bir fayda getirip riskleri tazmin edebileceğidir? AKP şuan ki status quo’dan gayet bahtiyar, karşısında paramparça olmuş bir muhalefet de mevcut, peki o zaman AKP’yi bu çözüm sürecini yürütmeye sevk edecek temel teşvik nedir? Zaman zaman kürt kökenli milletvekillerinin demeçleri ve HÜDAPAR Başkanı’nın demeçleri dışında ne gibi bir somut yol haritası var?


Yine de tüm samamiyetimle dile getirmeliyim ki, her tartışmayı bu şekilde olduğu gibi mevcut gündem uğruna araçsallaştırmak saçmadır, kaldı ki olası bir çözüm sürecine ve üniter devlet yapısını tehdit eden hareketlere karşı mücadele etmenin en iyi yolu, Kürt dilini yasaklamış bir türk-islamcı rejim ile bir işkenceciyi savunmaktan geçmez. Bilakis, kapsayıcı ve vatandaşlığa dayalı demokratik bir milliyetçilik benimsemekten geçer. Dünya tarihinde yegane başarılı olan ulus devlet modeli de zaten bu’dur. Anderson, ulusları tanımlarken bunun yegane olarak “ortak tahayyül ve ülküye dayandığını” yazıyordu.[23] Keza Renan da ünlü konferansında bunu dile getirmişti.[24] Şimdi, yüzlerce kişinin ifadesiyle işkenceciliği sabit olan bir insanı savunmak Türk ulusunun ortak tahayyül ve ülküsüne bir katkı mıdır, yoksa bilakis bunun önünde bir engel midir? Zira ifade edilen rejim ve şahıs kürt etnik kökenli vatandaşlarımızın hafızalarında adeta ve haklı olarak bir şeytan niteliğindedir. Esat Oktay ve Diyarbakır Cezaevi tartışmaları, çözüm sürecinin ve AKP iktidarının çok ama çok öncesine dayanır. 1990’lı yıllarda 12 Eylül Diyarbakır cezaevi için düzenlenen kampanyaları, imzaları, protestoları nasıl gözardı edelim? 12 Eylül ve İşkence her zaman 1990’larda da gündemdeydi.[25] Bugünden farkı ise kemalist ve milliyetçi çevrelerce buna tepki gösteriyordu; sahiplenmiyordu. 


Her şeyden evvela Esat Oktay’ı ve bunun akabinde de yaptığı kansız işkenceleri savunmak, Türkiye’yi bir kabile devletine dönüştürmek istiyorum demekle eşdeğerdir, ki bu AKP’den bile geri bir devlet ideolojisi ihtiva eder. Eğer sürekli dillendirilen “2. Çözüm süreci”ne karşı durulmak isteniyorsa yapılacak şey, kapsayıcı bir türk ulus anlayışı savunmaktır; Türkiye tarihinde AKP’den sonra laikliğe en çok zarar veren 12 Eylül rejimini savunmak değildir. 12 Eylül rejimi ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi zıttır. Bir tanesi laik, modern devlet ideolojisini benimser; diğeri Aydınlar Ocağı’nın “Milli Mutabakata Çağrı” metnini kültür programı olarak kabul eder. Nitekim en çok da kemalist aydınların 12 Eylül’ü eleştirdiğini unutmamak gerekir, mesela Rabıta belgelerini Uğur Mumcu yayınlamıştı.[26] Rejimin tavrı bir yana, muasır medeniyetler ekseninde bir yönetim talep eden herkes, hukuk devleti savunmakla yükümlüdür, Yıldıran’ın yaptığı işkenceler de işte en az 200 sene öncesi Osmanlı Ancien regime’inde bile görülmez niteliktedir. Dediğim gibi, modern devletin en temel noktası “meşruluk”tur, hukuk devletidir. Zira hukuk bir toplumsal sözleşmeye tekabül eder. Eğer bunun zıttını devletin bir mekanizması uygularsa, o zaman onun teröristlerden farkı da kalmayacaktır. Zira bir kez daha Tilly’nin devlet inşaası “continuum”unu hatırlatırım. Şunu diyecekler olabilir, “Sen pkk’nın dediklerini söylüyorsun, onun çizgisi bu” Hayır, PKK, şuan İmralı’da kıydığı canların hesabını veren, o ruh hastası şahsın tekelciliği üzerinde yükselen [27] ve modern devlet ideolojisi ile en ufak alakası olmayan bir teamülü benimsemektedir. Bilin bakalım “the rule of law”ın lağvedilmesi hususunda başka kimler hemfikirdir? Bizim, Esat Oktay’ı can havliyle savunan ırkçı-militarist “dostlarımız”. Esat Oktay’ın tabiki PKK’lı teröristler tarafından suikast ile öldürülmesi yanlıştı, bunun meşrulaştırılacak bir yanı da yok. Keşke, yaşasaydı ve Türk mahkemeleri önünde işlediği insanlık suçları, burnundan fitil fitil getirilseydi, ama yapacak bir şey yok. 


Bir devlete en çok nasıl zarar verirsiniz? Onun meşruluğunu sarsarak, hukuki normlarını berhava ederek. İşte bu yüzden Yıldıran, Türk devlet geleneğine en çok zarar verenlerin başında gelmektedir, Yıldıran’ın hala ve ısrarla savunulması ise Arendt’in ünlü tabiriyle “kötülüğün sıradanlığı”dır. Kimin ne düşündüğü zerre umrumda değil. Erdoğan isterse Yıldıran’a sövsün veya övsün, Pkk’lı teröristler sövsün veya övsün; benim için zerre ehemmiyet arz etmez; benim duruş noktam “Rechtstaat”tır. Esat Oktay devletin meşruluğunu zedelemiş bir insandır; işte 1970’lerde kürt hareketi içinde bir azınlık olan APO’cuların, 12 Eylül sonrası kitlesel eyleme başlaması süpriz olmasa gerekir. 1960’larda ve 1970’lerde kürt entellektüelleri genelde TİP ve DSİP içerisindeydi. Türkiye sınırlarına sadık sivil bir siyaset tahayyül ediyorlardı.[28] Fakat şu da doğru ki Cumhuriyet’in kurucu değerlerine eleştirel yaklaşıp “türkiyelilik” savunmaktaydılar, fakat kanımca barışçıl ve bu minvalde entellektüel argümanlar, PKK’dan daha tercih edilirdir. Nitekim, İdris Küçükömer minvalinde bir türk ulus devlet eleştirisini sahiplenip, sosyalistler arasında siyaset yapan bir kürt hareketi; köy basıp askerimizi katleden militanlara göre yeğlenir olsa gerek.[29] 

Mesela 1970’lerde kürt hareketinin en temel lokomotifi Devrimci Doğu Kültür Ocaklarıydı.(12 Mart döneminde kapatıldı, fakat 1974’de Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri adında yeniden kuruldu) DDKO’nun manifestosuysa 4 farklı şu maddelerden oluşmaktaydı:

1- Türkiye'nin bütünlüğü içinde Kürt halkı vardır. 

2- Kürt dili Türkiye'de konuşulmakta olan bir dildir. 

3- Bu varlik kendine özgü bir kültür yaratmıştır.

4-Kürtler, ülkenin Dogu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde müşterek bir pazar ekonomisi etrafinda toplanmışlardır.[30]

Bugün ki kürtçülerden çok daha makul ve ılımlı bir manifestoya sahip olduğunu dile getirmek gerekir.[31] Aynı şekilde, DDKO/DDKD 1970’li yıllarda da Türkiye Komünist Partisi ile iş birliği yapmaya çalışmıştı.[32]

İşte 12 Eylül’ün birinci pasif kanatı tüm sosyalist sol ile silip süpürmesi, meydanı azınlıktaki Kızıltoprak’tan esinlenen Apoculara bıraktı. Örneğin 70’lerde devletçe tanınan ve legal bir sivil toplum kuruluşu olan DDKO’nun birçok üyesi akıl almaz işkencelere maruz kalmıştı. Bu uluslararası af örgütünün 1985 yılı raporunda şahitler aracılığıyla ele alınmaktaydı.[33]


Daha da ötesi, sosyalist soldan bağımsız, milliyeyçi bir kürt hareketi ortaya çıktı ve kürtlerin Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde olduğu vurgusu yok oldu. Tabi bu argüman Yıldıran’ı değil, direk 12 Eylül’ün dalartıcı siyasetini hedef almaktadır. 70’lerde ezici çoğunluğu Türkiye bütünlüğü hususunda mutabık olup sosyalist solun bir parçası olarak siyaset yapan ve Türkiye sınırında kültürel haklar talep eden bir kürt hareketinden, 80’lerde Türkiye’yi bölmek için köy basıp bebek şehit etmekten kaçınmayan mahlukatları içeren dönüşmü iyi okumalı ve analiz etmeliyiz. Şimdi, 12 Eylül tüm sivil siyaseti sosyalist sola kapatarak, radikal ve şiddet yanlılarının meydanı boş bulmasına sebep oldu mu olmadı mı? Özellikle 1960-80 arasında kürt hareketi sivilleşmiş ve hatta ılımlılaşmışken. Kanımca bu soruya menfi bir cevap sunmak zordur.[34] 


Sonuç olarak Yıldıran’ın de 12 Eylül’ün de pek savunulacak tarafı yoktur. “E ama anarşi vardı, siyasetçiler beceriksizdi” niteliğinde makro yapısal dengeleri göz ardı eden primitif tarih yorumları için üşenmezsem başka bir makale yazarım. Bir daha söyleyeyim, eğer modern hukuk devleti ideolojisini; Wellis, North ve Weigengast’ın “Natural State”(Yani doğal/ilkel, primatif durum demek bu) kavramına tercih ediyorsanız Esat Oktay’a tepkinizi koymanız zarurettir. Nitekim Yıldıran her şeyden önce 150 yıldır binbir zorlukla inşaa edilmeye çalışılmış(maalesef son 20 yıldır da yok edilen), türk hukuk geleneğine vurulan bir darbedir. Şunu da not edeyim; Varsayalım ki Diyarbakır cezaevinde olan herkes terörist olsun.(ki değil) TCK’da terörizmin yaptırımı nedir? O dönemde idam veya hapisti. Peki TCK’da işkence içeren bir ceza var mı? Yok, tam tersine, Osmanlı Ceza geleneği formelleşmeye başladığından beri yasak. Peki, o zaman neye dayanarak bu işkence savunulabilir? Yasalara terörizmin cezası açıktır, bir hukuk devletinin yegane sorumluluğu da bunlara uymaktır. Dediğim gibi, hukuk devletinin hükümleri normatif olarak herkesi bağlar. Peki, her “terörist” olarak görülen kişiye işkenceyi yasalara rağmen, ahlaki olarak görüyorsanız, sizin savunduğunuz prensiplerin ontolojik olarak, 12. Yüzyıldaki Orta Avrupa’daki Feodal beylerin hukuk teamüllerinden farkı kalır mı? Hiç sanmıyorum. Esat Oktay Yıldıran tartışması sonuç olarak Türkiye’nin geleceğini belirleyecek bir dikotomiyi içermektedir: “Modern Hukuk Devleti mi yoksa işkenceciliğin meşru ve arzu edilir olduğu bir kabile devleti mi?” 


Alp Buğdaycı, İstanbul, Aralık 2023


Dipnotlar:


[1] Ronald Dworkin, Hukukun Hükümranlığı, 2018, S. 23.

[2] Kandori, Michihiro. “Social Norms and Community Enforcement.” The Review of Economic Studies 59, no. 1 (1992): 63–80.

[3] Bu hususa Avner Greif “Fundamental Problem of Exchange” denir; GREIF, AVNER. “The Fundamental Problem of Exchange: A Research Agenda in Historical Institutional Analysis.” European Review of Economic History 4, no. 3 (2000): 251–84.

[4] Joel Midgal, The State in Society; Francis Fukuyama, Siyasi Düzenin Kökenleri, 2023, S. 225-8.

[5] Henley K. The Impersonal Rule of Law. Canadian Journal of Law & Jurisprudence. 1992;5(2):299-308; Mark Koyama, Jared Rubin, How the World Became Rich, 2022, S. 45.

[6] Bunun için bknz: Göran Therborn, İktidarın İdeolojisi İdeolojinin İktidarı, 2017, S.109-130.

[7] Lon Fuller, The Mortality of Law: Revisited Edition, 1969.

[8] North, Wallis,  Weintgast, Violance and Social Orders, 2009, S. 110-147.

[9] Mesela North, Weintgast ve Wallis, Acemoğlu ve Robinson’ın aksine sınırlı devlete daha odaklanır.

[10] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 2018, S. 108-127; Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat, 2020, S. 493-502; Halil İnalcık, Devlet-İ Aliyye, 4. Cilt, 2016, S. 142-6.

[11] İfade edilmeli ki yüksek kapasiteli bie modern devlet, demokrasinin de önşartıdır. Bknz: Daron Acemoğlu, James Robinson, Dar Koridor; Francis Fukuyama, Siyasi Düzen ve Siyasi Çürüme; ayriyeten Tilly de düşük kapasiteli devletin, yüksek kapasiteli devlete kıyasla demokrasinin önünde daha büyük bir engel olduğunu kaydeder, Charles Tilly, Demokrasi, 2014, S. 270-2.

[12] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 96.

[13] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 63.

[14] Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 2011, S. 463-4; Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 310-1; Stanford Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2. Cilt, 2017, S. 365-8.

[15] Zafer Toprak, Atatürk, 2022, S. 278-90.

[16] Greif, A., & Rubin, J. (2022). Political legitimacy in historical political economy. ESI Working Paper 22-08; Rubin, Koyma a.g.e. S. 39.

[17] Charles Tilly, Zor Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, 2020; Tilly C. War Making and State Making as Organized Crime. In: Evans PB, Rueschemeyer D, Skocpol T, eds. Bringing the State Back In. Cambridge: Cambridge University Press; 1985:169-191. Mesela Taliban bundan 3 sene öncesinde bir terör örgütüydü lakin bugün ise uluslararasınca tanınanan resmi bir hükümet. Bakın ben işin ahlaki boyutunu ele almıyorum, sadece objektif bir önerme sunuyorum.

[18] Tilly C. War Making and State Making as Organized Crime. In: Evans PB, Rueschemeyer D, Skocpol T, eds. Bringing the State Back In. Cambridge: Cambridge University Press; 1985:169-191’da S. 170.

[19] Hasan Cemal, Kürtler, 2003, S. 15-34.

[20] Celal Paydaş ve Mustafa Kılıç’ın koğuş arkadaşı gerek kendi gözünden gerek onların anlattıklarından, bu işkenceleri detaylıca yazar. Bknz: Şerafettin Kaya, Diyarbakır’da İşkence, 2016.(Kitabın ilk baskısı 1984’dür)

[21] David Mcdowall, Modern Kürt Tarihi, 2004, S. 556; Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, 1993, S. 362.

[22] Esen, B., & Gumuscu, S. (2021). Why did Turkish democracy collapse? A political economy account of AKP’s authoritarianism. Party Politics, 27(6), 1075-1091; Berk Esen, Şebnem Gümüşçü, Hakan Yavuzyılmaz, Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik, 2023.

[23] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 2020, S. 24.

[24] Ernest Renan, Ulus Nedir, 2016.

[25] Hasan Cemal’in 2003’te çıkan “Kürtler” kitabının ilk bölümü Diyarbakır cezaevi işkencelerine ayrılmıştı. Hasan Cemal kitabı o dönemde gündeme damgasını vurmuştu zira sadece 1 ayda tam 11 baskı yapmıştı, bu korkunç bir rakamdır.

[26] Uğur Mumcu, Rabıta, 1996.

[27] Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, 2014, S. 140-2; Tanıl Bora, Cereyanlar, 2020, S. 857-8. Ayriyeten PKK çok açık bir etnik milliyetçi damar da barındırır. Bknz: Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 179-180; Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, 2014, S. 175-8.

[28] Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, 1993, S. 342-4; Tanıl Bora, Cereyanlar, 2022, S. 839-840; David Mcdowall, Modern Kürt Tarihi, 2004, S. 541-2. Mustafa Akyol da şöyle yazar: “1960-1970 döneminde TİP gibi ulusal sosyalist örgütler içinde yer alan Kürtler dışında “Kürtçü” hareketler, ayrılıkçı ve pankürdist nitelikteydi.”(Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, 2014, S. 134)

[29] Nitekim bir devletin mevcut düzenini sürdürmesi için kullanılacak en verimli yollardan birisi de şiddete başvurmayan muhalefeti, meşru siyasi sahaya çekip böylece onları rejime entegre etmektir. Bknz: Micheal Mann, States, War and Capitalism, 1992, S. 188-207.

[30] Hamit Bozarslan, Kürd Milliyetçiliği ve Kürt Hareketi, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 4. Cilt, S. 856.

[31] Bununla beraber ifade etmeliyim ki yine DDKD içerisinde şiddet talep eden radikalleri barındırmaktaydı. Fakat son kertede Türkiye sınırları içerisinde bir çözüm öne çıkıyordu.

[32] Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, 1993, S. 349.

[33] Amnesty International, Turkey Testimony on Torture, 1985, S. 33-37.

[34] Gerçi, 1971 askeri müdahalesi de kürt hareketinin radikalleşmesine katkı sağlamıştı. Bknz: Martin van Bruinessen, Ağa Şeyh Devlet, 2021, S. 58.

Yorumlar