“Ne anladım ben bu değişimden?”; Özgür Özel’in 8. CHP Başkanı Seçilmesi Üzerine Birtakım Düşünceler.

 “Ne anladım ben bu değişimden?” Özgür Özel’in 8. CHP Başkanı Seçilmesi Üzerine Birtakım Düşünceler.

 

4 Kasım 2023 tarihinde yapılan 38. CHP Kurultayını kendisini “değişimci” olarak adlandıran cenah kazandı ve böylece Özgür Özel, Kılıçdaroğlu yenerek CHP’nin 8. Genel Başkanı oldu. Özellikle 14-28 Mayıs seçimleri sonrası, genel olarak toplumun tüm kesimlerinden bir öfke dalgası yükseldi. Tabiki bu öfke sonuna kadar haklı ve bana sorarsanız gecikmiş bir tepki ve öfkeydi. Hatta Kılıçdaroğlu’nun her şeye rağmen, kurultayda yine de 660 oyu geçebilmişti. Bu öfkenin sebeplerine değinmeyeceğim, zira bunu analiz etmeye kalksam ortaya kir kitap çıkar. Fakat bu öfke sadece Kılıçdaroğlu’nun şahsına değil, CHP’nin neredeyse tüm önde gelenlerine de yönelmişti. Özgür Özel de bu öfkeden payını almış ve ethos açısından değişim retoriğinin hiçbir samimiyet kırıntısına ihtiva etmediği zira Özel’in de CHP Genel Merkez çevresinden olduğunu ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun son yıllarda tatbik ettiği politikalarda ciddi bir payı olduğu iddia edilmekteydi. Tüm samimiyetimle söylemeliyim ki kesinlikle bu eleştirilere katılmaktayım. Gerek Kılıçdaroğlu’nun adaylığının dayatılması, gerek Altılı Masa’nın sakat yapısı, gerek özellikle son 3 yılda kimlik siyasetinin vurgulanması hususunda Özel’in suçsuz olduğunu iddia etmek cidden zordur. Tüm bu eksende, Özel’in Kılıçdaroğlu’nun yakın çevresindeki rolünü göz önünde bulundurduğumuzda, Özel’in amiane tabirle aynı şeyin laciverti olduğunu iddia etmek mantıklı geliyor gibidir. Fakat ben bu minvalde bir eleştirinin ciddi biçimde, siyasi partiler sosyolojisi ve siyaset kuramı açısından sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu makalede Özel’i övmeyeceğim veyahut onun gerçek bir “değişim” parolasıyla hareket eden bir “devrimci” olduğunu kanıtlamaya çalışmayacağım. Sadece, kişiler bağlamındaki mikro analizler yerine daha makro-yapısalcı ve kurumsal bir metodoloji benimsemenin daha sağlıklı olduğu önermesini müdafaa edeceğim.

 

Türkiye’de siyasi partilerin yapısını incelersek, tipik bir karakteristik olarak liderin domine ettiği ve düşüncelerden ziyade kişilerin öne çıktığı bir parti yapısı öne çıkmakta. Metin Heper bu hususu şöyle analiz etmekteydi: “1945'ten sonraki çok partili dönemde bile siyasi liderler aşırı yetkiye sahip olmaya devam etti. 1950'li yıllarda Başbakan Adnan Menderes, Demokrat Parti'nin neredeyse tek sözcüsüydü. Süleyman Demirel, 1965-1980 yılları arasında Adalet Partisi'ni, 1987-1993 yılları arasında ise Doğru Yol Partisi'ni yönetirken benzer bir rol oynadı. Diğer siyasi liderler de aynı şeyi yaptı. Türkiye'de hemen hemen tüm siyasi liderler, başında oldukları partileri kendilerine kıyasla daima ikinci plana attılar. Dolayısıyla, liderler görevden ayrılmaya hazır olmadığı sürece parti içi rekabet yoluyla onları sağlam konumlarından uzaklaştırmak mümkün değildi. Liderlerin kişisel özellikleri ve siyasetteki davranış biçimlerinin parti platformlarından daha fazla ilgi görmesi şaşırtıcı değil. Seçmenler oylarını, siyasi partilerden ziyade liderlere verme eğilimindeydi.”[1] Mesela, 1945 sonrası demokratikleşme yaşanırken bunun parti içi demokratik mekanizmaların kurulmasına da sirayet edememesi; böylece partiler üstü siyasal rejim liberalleşirken partiler içi mekanizmaların çoğulcu bağlamda şekillenememesinin yarattığı zıt görüntü Kemal Karpat tarafından şöyle tasvir ediliyordu:

“Siyasi gerginliğin ortadan kalkması, hükümetin yürüttüğü liberal siyasetin ve muhalif partilere yaşama hakkını tanımasının bir sonucuydu. Parti disiplini sorununda ise durum başkaydı. Sözde disiplini sağlamak amacıyla parti içi muhaliflerin zorla ve keyfi şekilde tasfiye edilmeleri, üst kademedekilerin tahakküm eğili­ minden başka bir sebeple açıklanamaz ve haklı da gösterilemezdi. O zamanlar halk ve basın bu durumu gereği gibi değerlendiremedi. Tek parti idaresine son verecek ve istikrarlı bir demokrasi rejimi kurulmasını sağlayacak nihai zaferin kazanılması için DP içinde birliğin aynen muhafazası şart sayılıyordu. Basın ve aydınlar, anlaşmazlığın hangi usulle ve ne pahasına olursa olsun bir an önce giderilmesinde ısrar ediyorlardı. Böylece istibdadın bir çeşidine son vermek için girişilen mücadelede yeni baskı ve yeni istibdat usullerinin kullanılmasında bir sakınca görülmüyordu.”[2] Bu tutumu salt olarak Türkiye’deki formel kurumsal örüntü ile siyasal kültüre dayandırmak indirgemeci kaçacaktır. Zira Robert Michels’in de işaret ettiği gibi, tabanda bulunan “yüceltme kültü”[3] ve çıkarlardan kaynaklanan “muhafazakar psikoloji”[4] ile yakından ilintilidir. Keza ana akım partilerde, liderin nispeten hegemon olmasının bir sebebi de, parti tabanı ne kadar genişlerse liderin nüfuzununun da bununla doğru orantılı biçimde artmasının olası olduğudur, dolayısıyla parti içi dinamikler ne kadar heterojen ve dağınık olursa, ortak paydada buluşup bir parti içi muhalefet meydana getirmek de o kadar zorlaşır.[5]  Elbette bunların ciddi bir tesiri vardır fakat bununla beraber Türkiye’de ana akım partilerde, demokratik yollardan neredeyse hiç lider değişikliği olmaması, bunun Türkiye’ye özgü boyutunu gözler önüne sermektedir.

 

Esas itibariyle, “partinin lideri”nden ziyade “liderin partisi” minvalinde özetlenebilen siyasi gelenek, partinin tüm yapısının bu liderin kişiliği ve kültü üzerine inşaa edilmesi, kaçınılmaz olarak parti içi demokratik kanalların daha en baştan ölü olarak doğması sebebini doğurur. Bu yüzden de Türk siyasal gelenekinde, barajın üstünde oy oranına sahip olup demokratik yollarla genel başkanı değiştirmeye muktedir olmuş sadece bir örnek mevcuttur, o da 1991 ANAP’tır. Bunun dışında kendi isteğiyle emekli olmadan veya kendi rızası dışında gelişen skandallar/sağlık sorunları dışında, ana akım bir partinin Genel Başkanı’nın makamını demokratik yollarla girdiği seçimden mağlup çıkması hasebiyle bırakması örneğine hiç rastlamamaktayız. Bu salt olarak muhafazakar partilere de has bir husus da değildir, bilakis her ne kadar en köklü türk partisi olsa da çok partili dönem içerisinde, gerek İnönü, gerek Ecevit CHP’sinde de durum böyleydi.[6]  Bunun muhtemel bir sebebi sanılanın aksine CHP’nin bilhassa 1945’e kadar, 20. Yüzyılın diğer ulusal kalkınmacı partilerine kıyasla epey az kurumsallaşmış olmasından kaynaklanmaktadır.[7] Keza DSP de direk Ecevit’in şahıs kültü üzerine inşaa edilmiş ve daha ilk baştan parti içi demokrasinin ölü doğmuş olması da manidar bir örnektir.[8] Tüm bu tarihsel örnekleri göz önünde tuttuğumuzda, üstüne de Türkiye’de siyasi partiler kanunun lider hegemon bir siyasi parti bağlamında bir kurumsal yapı inşaa etmesini eklersek, CHP’nin demokratik bir süreçle liderini değiştirmesi tarihimizde nadir rastalanan bir başarı değil midir? 

 

Nitekim demokratik süreçlerle lider değişimi ana akım siyasi partilerde, Özel’in seçilmesinden önce sadece bir kez rastlanmıştı. Hem şöyle bir olgu da var, 1991’de Mesut Yılmaz, Yıldırım Akbulut gibi parti içerisinde popüler olmayan, herhangi bir tabanı olmayan ve sadece Özal’a danışarak hareket eden birisini yenilgiye uğratabilmişti. Oysa Özel, 13 yıldır CHP’nin başında bulunan, partiyi her açıdan kendisine göre şekillendirmiş ve çok güçlü bir neo-patrimonyal yapı inşaasını başarabilmiş bir lideri yenilgiye uğratabilmişti. Hülasa Michels’in de işaret ettiği gibi bir partideki oligarşik bir yapı ne kadar uzun süre devam ederse liderlerin tabandan bağımsızlığı ve kendi vazgeçilmezliği de o kadar artacak ve aynı zamanda da tabanın lidere karşı muhalif bir platformda birleşme olasılığı da azalacaktır.[9] İşte bu olgununun ışığında, Özel’in Kurultay’daki zaferi daha da çarpıcı hale gelmektedir. Bu bağlamda da, bu değişimin, Türk siyasi partilerin sosyolojik dinamiklerinin demokratikleşmesi ve kapsayıcı biçime evrilmesi için en azından nüveler açısından bile bir katkı sağlamadığını iddia etmek çok büyük bir haksızlık olurdu. Bu olay, türkiye’de parti içi demokratik organlar açısından bir ilk niteliğine haizdir. Bu yüzden bu artıyı teslim etmek gerekir. Parti içi demokratik mekanizmalar dayanan ve bir lider partisinden ziyade parti lideri yapısının kurulması türk siyasal hayatı açısından çok büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Hülasa Tanel Demirel şöyle yazar: ““Siyasetin temel sorunun iyi ve dürüst insanların iktidara gel(e)memesi olarak algılama eğilimindeki bir kültürde, program ve ideolojinin değil de, kişilerin öne çıkması şaşırtıcı değildir.”[10] Özel’in parti içi demokrasiyi geliştirmek gibi bir niyeti de olmayabilir, fakat yine de seçim ile Türkiye’de ana muhalefet partisinin Genel Başkanı’nın değiştirilmesi bir ilk olarak, gelecekteki bu eksendeki hareketlere büyük bir örnek niteliği taşıyacak ve katkı sağlayacaktır.

 

İşaret edilmesi gereken başka bir husus ise sonraki dönem CHP’sinde artacak çoğulculuktur. Bu, Özel’nin “radikal demokrat” olmasından veya ideolojisinden ziyade mevcut konjonktür ve koşulların sonucu olacaktır. Özel’in parti içindeki tabanı sağlam ve konsolide olmaktan çok uzaktır nitekim Kurultay’da ilk tur seçimlerinde Kılıçdaroğlu ile arasındaki oy farkıysa yirmiden azdı. Özellikle Özel’e verilen oyların çoğunun şahsına destekten ziyade Kılıçdaroğlu’nun gitmesi için verildiği göz önünde tutulmalıdır. Uzun süre görevde kalmış ve kültleşmiş bir liderin değişimi sonrası gelecek yeni liderin yeni bir meşruiyet temeli ve kendi tabanını inşaa etmesi zarurettir. Bu bağlamda tabanın nezdinde Genel Başkan’ın idrak ediliş biçimi fevkalade bir önem arz edecektir. Bu yüzden de parti içerisinde tabanın etkisi en azından yeni bir oligarşik altyapıya dayalı bir liderlik kültü inşaa edilene kadar artacaktır. Tabi Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2010 yılında hiçbir muhalefetle karşılaşmadan, adeta bir oy birliğiyle seçildiğini hatırlamakta fayda var. Fakat Özel’in karşısında parti içinde büyük bir muhalefet mevcut. Aynı şekilde Özel’e oy veren delegeler çok farklı gelenek ve siyasi düşüncelerden geldiği için, Özel’in destekçileri farklı toplumsal zümrelerin bir koalisyonu durumundadır. Yani ortada yekpare olarak Özel’in şahıs kültüne müstenit bir konsensus yoktur. Bahsi geçen koalisyonun iç dinamikleri ise açıkça görüldüğü gibi oldukça kaygan bir niteliktedir ki Özel eğer konumunun sarsılmasını istemiyorsa bu kaygan zemine binaen son derece titiz hareket etmek zorunda ve statüsü için parti içindeki tabanının seslerini dinlemek zorundadır, zira ancak böyle inşaa edeceği kendi statüsüne bir rıza üretebilecektir. Evet, Özel Genel Başkan olmadan önce de parti içerisinde popüler bir role sahipti fakat esas itibariyle, Parti liderliği konumu dışında elde edilen şöhrete bağlı bir hakimiyetin, tarihsel örneklerin gösterdiği üzere, nispeten kısa ömürlü olduğu gerçeğini asla unutmamalıyız.[11] Özel’in şahsına menkul bir meşruiyet uyandıran bir kültü şuanlık mevcut değil bu bağlamda ifade edilebilir ki meşruiyetinin dayandığı ve parti içindeki konumunun konsolidasyonu için olmazsa olmaz olan husus, Türkiye’nin dört bir köşesinden, mahalle kurultaylarından seçilerek gelen ve tabanın kanlı canlı timsali olan, farklı toplumsal grup ve mahallelere mensup delegeler ve bunlar arasında, Kılıçdaroğlu’nun gitmesi amacıyla inşaa edilen toplumsal mutabakattır. Bu mutabakatın muhafazası ve kaygan dengelerin gözetilmesi Özel için son derece önemli olduğundan dolayı, bilhassa 2018 sonrası Kılıçdaroğlu’nun tabandan kopuk siyasal retoriği benzeri bir söylemin benimsenilmesini çok zorlaştırmaktadır. Zira böyle bir söylem muhtemelen bu taban ile değişimci zümre arası mutabakatı berhava edecek ve Özel’in siyasal intiharı anlamına gelecektir. Tüm bunlar göz önünde tutulduğunda CHP’de parti içi demokrasi ve çoğulcuğun artışı kaçınılmazıdır. Bir kez daha vurgulamak isterim, bu demokratikleşme Özel’in ideolojisi ve “demokratlığından” ziyade mevcut koşulların bir ürünüdür. Tarihi deneyimler bize şu nokta-i nazarı tüm netliğiyle ortaya koymuştur ki demokrasinin gelişimi her zaman samimi demokrat motiflerle ve gerçek demokratların mücadeleleriyle paralel giden, doğrusal bir yol izlememiştir. Mesela Bismarck’ın Almanya’da oy hakkı tanıması ve sınıflar arası sosyal mobiliteyi arttıracak refah devleti uygulamalarını başlatması Bismarck’ın “samimi demokratlığı”ndan ziyade; siyasal konjonktürün, Bismarck’ı, muhalefeti siyasal sisteme entegre etmeye mahkum etmesinden kaynaklanmıştır.[12] Fakat böyle bir çok sesli ve parti içi demokrasi ancak, yeni bir oligarşik yapı inşaa edilene kadar nefes alma imkanı bulacaktır. Kılıçdaroğlu Genel Merkezi minvalinde oligarşik bir yapı inşaası yeniden hayata geçirilirse artık mahalle kurultaylarından gelen delegelerin ve bunların temsil ettikleri tabanın, Özel’in meşruiyeti ve statüsü nezdinde oynayacağı rol seyrekleşecektir. Bu sebepten dolayı bu yeni dönemde bu ifade edilen olguya kesinlikle dikkat edilmesi ve ne olursa olsun Genel Başkan’ın şahsına “koşulsuz” bağlılıktan kaçınılması çok önemlidir. Kimi zaman, ifade edilen koalisyondaki zümreler eleştirilerini cesurca ortaya koymaktan itina etmemelidir, zira bu parti içi demokratik organlar için zarurettir. Eğer bu yeni dönemde, değişimci cenahın köklerinin dayandığı delegeler nezdindeki sosyal ve siyasi mutabakat kendini muhafaza edebilirse, kısa vaadeden, uzun vaadeye geçerliliğini koruyabilir ve bu olursa da,  Türk Demokrasi tarihinde bir ilk niteliği taşıyabilecektir. Çünkü ilk defa sürdürülebilir demokratik parti içi tartışmalara dayalı bir siyasal parti yapısına Türk demokrasisi tanık olmuş olacaktır. Umarız ki gidişat bu yönde olur.


Alp Buğdaycı, Müih, Kasım 2023

 

 

Dipnotlar:

 

[1] Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics.” Journal of International Affairs 54, no. 1 (2000): 63–82. 

[2] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, 2010, S. 304-5.

[3] Robert Michels, Siyasi Partiler, 2021, S. 44-5.

[4] Robert Michels, Siyasi Partiler, 2021, S. 117-8.

[5] Robert Michels, Siyasi Partiler, 2021, S. 266-7.

[6] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1996, S. 70; Yunus Emre, CHP Sosyal Demokrasi ve Sol, 2019, S. 253.

[7] Berk Esen, diğer ulusa kalkınmacı rejimlerle kemalist rejimi mukayeseli analiz ettiği doktora tezinde bunu ortaya koymaktadır, bknz: Berk Esen, Political Mobilization and the Institutional Origins of National Developmentalist States: the Cases of Turkey, Mexico, Argentina, and Egypt, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Cornell Üniversitesi, 2015. Bu çalışmada özellikle bknz: s. 36-65. Ayriyeten bknz: Esen, Berk (2014), "Nation-Building, Party-Strength, and Regime Consolidation: Kemalism in Comparative Perspective", Turkish Studies, 15(4), 600-620; Metinsoy, Murat (2010), "Kemalizmin Taşrası", Toplum ve Bilim, 118: 124-164; Metinsoy, Murat (2011), "Fragile Hegemony, Flexible Authoritarianism, and Governing from Below: Politicians' Reports in Early Republican Turkey", International Journal of Middle East Studies, 43: 699-719; Tek Parti Dönemini Yeniden Düşünmek, Derleyen: Alexandrous Lamprou, Sevgi Adak, 2022; Seçkin Çelik, İnönü Döneminde Kemalizm, 2021, S. 494.

[8] Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S.593.

[9] Robert Michels, Siyasi Partiler, 2021, S. 111.

[10] Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun Yılı, 2016, S. 54.

[11] Robert Michels, Siyasi Partiler, 2021, S. 54.

[12] Micheal Mann, States War and Capitalism, 1992, S. 196-9.

Yorumlar