İsrail-Filistin Meselesine Bir Bakış

 Son bir haftadır Türkiye’de gündem tamamiyle filistin israil çatışmalarına kaydı. Esasen bunun temel sebebi, kimilerince bu mücadelenin sembolik bir minvalde tahayyül edilmesidir; örneğin, islamcı çevreler bu olayı iki devletin çatışmasından ziyade esasen bu olgunun ümmetçi bir mücadelenin sembolü olduğunu tahayyül etmekte; seküler çevreler de özellikle AKP iktidarında edindikleri, ümmet felsefesine karşı tepkisellikleri bağlamında bu çatışmanın yeniden üretimini meydana getirmektedir. Açıkçası normalde aktif bir gündem meselesini yorumlamak, pek yapacağımız bir şey değil; ama özellikle sosyal medyada, iki zıt kutup arasında tezahür eden münakaşaların üstünkörülüğü bizi buna sevk etti.

Birkaç gündür yoğun olarak israil-filistin savaşı hakkındaki literatürü okumaktayım. Özellikle Benny Morris, Avi Shlaim’in çalışmaları dikkat çekici. İlk başta şu söylenmeli ki, iki tarafın bariz hataları vardır, bununla beraber son 50 yıldır harbiden Gazze ve West Bank(Batı Şeria)’ta bir açık hava hapishanesi oluşturulduğu, özellikle 1970’lerde bölgelerin asimile edilmek istendiği ve etnik mühendislik yapıldığı bariz gerçek olarak kabul edilmelidir. Bunun için resmi belgelere dayanan mükemmel bir kitap var elimizde, Benny Morris, The Birth of Palestanian Refugee Problem. Çok tittiz ve soğukkanlı şekilde Morris nasıl filistinlilerin etnik mühendisliğe tabi tutulduğunu gösteriyor. Bunu yaparken daha önce hiç açılmamış devlet arşivlerindeki etnik mühendislik planlarını aktarıyor. Ayriyeten İsrail devletinin geçmişte Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Hamas’a verdiği örtük destekler unutulmamalıdır. Zira İsrail böylece daha seküler, solcu, ve Batı’da çoğu solcu entelektüel ile siyasi hareketin takdirini cezbetmiş olan FKÖ’ye karşı muhalif bir cenah oluşturmak ve bu bağlamda Filistin bağımsızlık hareketinin yekpare sesiniorganizasyonunu bozmayı hedeflemekteydi. Bugün hala Hamas ve FKÖ’nün arasında ciddi mesafeler mevcuttur, nitekim Hamas, FKÖ’yü “çok seküler, solcu ve ılımlı” bulduğu için kurulmuş ve özellikle Netanyahu dönemlerinde İsrail tarafından, FKÖ’ye rakip diye kendisine ciddi bir yer açılmıştı. Örneğin 2007’de İsrail Savunma bakanı’nın Hamas’ın Gazze’yi tamamen devralmasını memnuniyetle karşıladığını belirten açıklamalarını unutmamamız lazım. Hatta Netanyahu’nun 11 Mart 2019’da gizli bir Parti toplantısında, Özgür Filistin’in kurulması engellenmek isteniyorsa bunu engellemenin en güçlü yolunun Hamas’a örtülü destek vermek olduğu açıklamaları zamanında gündeme bomba gibi düştüyse de şuan unutuldu gitti. Hamas’ın oluşumunda İsrail’in rolünün kısa bir özeti için Andrew Higgins’in Wall Street Journal’da yayımlanan “How ısrael helped to spawn hamas” makalesine başvurulabilir. Bu konu hakkında çok uzun bir literatür vardır, internette basit bir araştırmayla rahatlıkla Hamas’ın israil’ce desteklenmesi ve böylece El-Fetih(FKÖ’nün partileşmiş hali)in tabanının zayıflatılması öğrenilebilir.

 

Bununla beraber 1990’larda, İsrail’deki bu etno-merkeziyetçi tavrın yavaş yavaş kaybolduğunu görmek lazım, zirapost siyonizm yükseliyordu. Örneğin 1998’de İsrail’in 50. Yıl kuruluşuna özel devlet kanalından hazırlanan 22 bölümlük Tkuma belgeseli devlet katında siyonizmin can çekiştiğinin örneğiydi. Belgesel direk post siyonizm literatürü üzerine kuruluydu. İsrail devletinin bu tavrını en iyi 2000 yılındaki camp-david toplantısında görüyoruz. İsrail, zirveye tam anlamıyla barışı sağlamak için gelmiş ve oldukça makul bir barış teklifi sunmuştu. Öyle ki Batı Şeria’nın yüzde 90 küsüründen(sayı tam kesin değil, bazı kaynaklar yüzde 96 derken bazıları 93 diyor) fazlasından çekilmeyi, Doğu Kudüs’ü Filistin’e devretmeyi vaad etmişti. Bu inanılmaz makul ve Filistin tarafının istese bile bir daha elde edemeyeceği bir tavizdi. Fakat tüm bu büyük tavizlere ve İsrail’in uzlaşma eğilimine rağmen Filistin tarafı kesinlikle barışı kabul etmemiş, sunulan şartları yetersiz bulmuştu. Neden böyle olmuştu? Zira o dönemde açık konuşalım, Filistin’in tahayyülündeki “yeterli şartlar” tüm İsrail devletinin yok olmasıydı. Ek olarak Filistin tarafının bu uzlaşmaz tavırı, İsrail kamuoyunda, post-siyonist İsrail hükmetininin barışçıl ve ılımlı yönteminin başarısız olduğu yönünde genel bir algı oluşturmuştu. Camp-David sonrası da post-siyonizm çöküşe geçmiş; solcu ve mutedil İsrail hükümeti yerini köktenci bir çözüm savunan sağ popülist Netanyahu’ya bırakmıştı. Netanyahu hükümeti, Camp David’deki İsrail tarafının “aşırı uzlaşmacılığı” ve bunun başarısızlığına karşı bir neo-siyonist tepkiselliğin nümayişiydi. Nitekim Netanyahu’nun yaptığı ilk işlerden birisinin yukarıda bahsettiğimiz 22 bölümlük Tkuma belgeselinin okullarda gösterimini yasaklaması, sürpriz olmasa gerek.

 

İki taraf da sivil katletmekten hiç çekinmediği bariz, özellikle son çatışma bunu ortaya koydu. Hamas kadın çocuk çoluk demeden herkesi katlediyor, İsrail’se savaş suçu sayılan biyolojik silahları sivil yerleşkelere atıyor. Hamas kesinlikle bir terör örgütüdür. Kimse Hamas’ı savunmamalı. Ama mevzu şu ki Hamas 1990’larda ortaya çıktı. Filistin direniş hareketi esasen seküler bir nüveye sahipti, özellikle FKÖ sol ve seküler bir ideolojik bağlamda hareket ediyordu. Çoğu kurucusu marksist ve solcudur zaten. Solcuların Filistin hareketine sempatisi buradan gelir, post-kolonyal literatürden etkilenen adamlar Fkö’deydi. Mamafih kimilerine göre FKÖ post-kolonyalizmin bir simgesiydi, Hatta 1970’lerde Türk solunun Deniz Gezmiş gibi birçok mensubunun, Filistin’e FKÖ saflarına katılıp İsrail’ karşı savaşmak için gittiği bilinen bir olgudur.

 

Tabi FKÖ’yü olumladığım kanısına kapılmamanızı isterim. Zira FKÖ’nün terör eylemleri, uçak kaçırmaları, olimpiyatlarda masum sporcuları katletmeleri ve daha nice terör eyleminin sonuçları ile katlettikleri siviller ortada. Bununla beraber tabiki Hamas gibi toplu sivil katliamlarına kesinlikle olumlu bakmadıkları da bariz olsa gerek.

 

Kanımca çözüm 67’ sınırlarına dayanan ve başkenti doğu Kudüs’ olan bir Filistin devletinin kurulmasıdır. İsrail devleti cidden, meziyetleri ve savaş hukukuna uyumu açısından övülecek bir devlet değildir, Three Worlds: Memoirs of an Arab-Jew kitabını farzı misal kesinlikle başvurulması gereken bir kaynaktır; 1950-1 terör saldırılarının arkasında aslında Mossad’ın yer aldığını böylece 100 binden fazla yahudiyi İsrail’e göç ettirdiği kanıtlanıyor. İsrail’in organize ettiği bu minvalde terörizmi barındıran sayısız operasyon mevcuttur. Bununla beraber şu da doğru ki, 90’lardan beri İsrail’in eşit vatandaşlığa döndüğü; en azından bunun merhalerini gösterdiği açık; fakat yine de West Bank ve Gazze’de İsrail’in hegemonyası kabul edilemez olduğu barizdir.


 Normalde, ulusal bir seferberlik ve bir savaş döneminde özellikle popülist liderlerin güçlerine güç katması ve coşkulu retorikleri ile halkı kendi desteği için bütünleştirmesi sıklıkla rastlanır. Örneğin, Putin’in Rus halkı tarafından onaylanma yüzdesinin(approval rating) Çeçen savaşı sonrası yüzde 2’lerden yüzde 50’leri aştığı veya, Bush’un onaylanma yüzdesinin ikiz kule saldırısı sonrası yüzde 90’lara kadar tırmandığı gibi birçok örnek mevcuttur. Bunun hakkında Siyaset Bilimi’nde bir kuram da mevcuttur: “Internal cohession through external conflict” Yani, dış çatışma aracılığıyla içeride bütünleşme. Fakat enteresandır ki şuan İsrail’de bunun tam tersi meydana zuhur etmektedir. Halk, bir “öteki düşman”a karşı Netanyahu’nun altında birleşmek yerine tam tersine çatışmadan Netanyahu’yu sorumlu tutmakta. Öyle ki The Jesurlem Post’un haberine göre, son anketlerde İsrail halkının sadece yüzde 29’u Netanyahu’yu onaylamaktadır. Olası bir hükümet değişikliği sonucu yeni İsrail hükümeti eğer Filistin’e tıpkı Camp David’deki gibi bir barış teklif ederse, ve buna karşılık Filistin’in teklifi yine tıpkı 2000’deki gibi geri çevirmesi, şüphesiz ki Filistin için çok talihsiz olacaktır. Bu bağlamda Filistin’in de, uzlaşmaz tavrı için kendisine bir özeleştiri getirmesi zarurettir. Tabiki özellikle Hamas gibi bir aktörün varlığında böyle bir teklifin olasılığı da cidden düşüktür. 


Alp Buğdaycı, Münih, Ekim 2023

Yorumlar