Atatürkçü Merkez Sol’un Müstakbel İkonik Lideri

 Türkiye’de ikon siyasetçiler çok nadir görülür. Özellikle merkez sol ve Atatürkçü cenahta bu kişiler, çölün ortasındaki vaha niteliğindedir[1]; bir elin parmağını geçmez. Bu olgunun sanırsam bir sebebi de; Atatürkçü cenahın bir kısmının, devletin bürokratik organlarıyla yakın bir zamana kadar içerisinde bulunduğu organik bağ ve bunun sonucunda, halkın realitesi ve sosyolojik gerçekliğinden kopması olsa gerekir.[2] Mesela, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Kurucularından Muammer Aksoy’un ısrarla, 1990’larda üniversitelerde başörtüsü yasağını savunması ve bu yasak kaldırılırsa adeta şeriatın geleceğini utanmadan ve son derece komik şekilde ifade etmesi[3], belki de neden Türkiye’de çok partili yaşama geçildiğinden beri çoğunlukla sağ eğilimli iktidarların olduğunu açıklamada yardımcı olabilir. Halkın gerçekliğinden soyut, adeta fanus içerisinde yaşayan elitlerin gündelik dertlerinin ifade edilmesi, yetmiyormuş gibi halkın bir nesne yerine koyulması, seküler mahallenin başarısızlığının belki de en büyük sebeplerinden birisiydi. Bu husus karşısında benim de mensubu olduğum Atatürkçü cenahın belli bir kesiminin kendisine bir özeleştiri getirmesi, “halk için halka rağmen” minvalindeki hastalıklı fetişten vazgeçmesi, yeniden türk milletinin realitesini anlamak ve desteğini almak için ilk adımı teşkil etmektedir. Esasen bu ifade edilen hususların, Atatürk’ün düşününe son derece zıt olduğunu ifade etmeye bile gerek duymuyorum. Bu ifade edilenler, Atatürk’ün ve kurucu felsefenin sorunu ve hataları değil; Atatürkçü cenahın sorunudur. Nitekim bu ifade edilen olguları kanıtlar nitelikteki en manidar olay da Demokrat Parti’nin iktidara gelişi ve söylemini teşkil eden halkçılıktır.[4] Bülent Ecevit’e kadar, adeta kitleleri CHP mitingine akın ettiren, her bir duvara 6 oku kazıtan atatürkçü bir politikacı, o döneme kadar görülmemişti. İsmet İnönü, Türk tarihindeki en becerikli, seçkin ve kaliteli devlet adamlarından birisi olsa da, açıkçası partisinin siyasal çıkarları pek umrunda değildi; İnönü, Türkiye’nin çıkarına uyduğunu düşündüğü şeyleri partisine seçimde kaybettirme pahasına ve CHP’li siyasetçilerin itirazlarına rağmen yapmakta kararlıydı. Mesela, 1961-1965 yılları arasındaki kurulan koalisyon hükümetleri olmasaydı, büyük ihtimalle, ordu içindeki radikaller iktidarı alıp, kelimenin tam anlamıyla hastalıklı düzeydeki totaliter düşüncelerini uygulayabilecekti.[5] Bu koalisyon hükümetleri en çok da CHP’yi yıpratmıştı, o dönemde birçok CHP’li siyasetçi de İnönü’ye bu yüzden içerlemişlerdi. Paşa’nın bu minvaldeki davranışlarına tonla örnek mevcuttur.[6] İnönü muhalefetteyken bile siyasetçiden ziyade sanki gölge başbakan niteliğindeydi[7]

Ecevit ortanın solu açılımı, solu birleştirmesi, parti içi atavist ve vesayetçileri tasfiye etmesiyle CHP’ye daha önce hiç görülmemiş bir dinamizm kazandırdı. Öyle ki, Ecevit tek parti ve Atatürk dönemini çeşitli meselerde eleştirmekten bile geri kalmadı; örneğin; toprak reformu husunda muhafazakar davranılması ve altyapı (marksist anlamda) devrimlerine önem verilmemesi.[8]Şu olgu, bana her daim ilginç gelmiştir: 1973 CHP Seçim bildirgesinde(234 sayfa) sadece 1 kere Atatürk adı geçmekteydi. Adalet Partisi seçim bildirisindeyse(91 sayfa) 10 kere Atatürk adı geçmekteydi.[9] Bu, Ecevit CHP’sinin salt olarak Atatürk’ü adeta bir seçim malzemesi olarak kulanmama isteğini ve ülkede olan tonla sorunu görmezden gelip içi boş bir popülist retorik izlememe isteğinden kaynaklanıyordu. Sosyal demokratik; bürokratik tutuculuk ve Jön Türklerin pre-totaliteryen halkçılığından[10] arınmış bir Atatürkçülük, CHP’yi 1970’lerin birinci partisi yaptı. Esasen, bu Atatürkçülük veyahut Kemalizm için, bir değişim ve restorasyondan ziyade, özünde yatan değerlerin yeniden vurgulanmasıydı; Nitekim Ahmet Taner Kışlalı’nın da ifade ettiği gibi kemalizmin esas hedefi sosyal demokrasiydi.[11] Fakat, Ecevit rüzgarı 1970’lerin sonuna doğru dinamosunu ve ivmesini birtakım sebeplerden dolayı yitirmeye başlamıştı. Belki de en önemli sebep, 1978 sonrası CHP’nin sosyal demokratik söylemden uzaklaşıp, Ecevit kültü etrafında şekillenen, Latin Amerika tipi bir ulusal sol popülizme kayılmasıydı. Yunus Emre şöyle yazar: 

“Ecevit, hükümet ve parti yönetiminde sosyal demokrasiden uzaklaşmış Latin Amerika'da sıklıkla görülen türde bir ulusal populizm söylemi CHP'ye hakim olmuştu. Kişi kültü etrafında geliştirilen bu söylem nedeniyle Ecevit'in ortanın solu çıkışından beri birlikte olduğu birçok eski politika arkadaşıyla, başta Turan Güneş olmak üzere, arası açılmıştı. 1980 darbesi geldiğinde CHP hizipler arasındaki keskin rekabetle bölünmüş ve Ecevit genel başkanlıkta yalnızlaşmıştı. Ecevit'in 12 Eylül sonrası eski CHP'lilerden bağımsız bir siyasal girişime başlamasının temel sebebi bu durumdur. Türkiye'de 1980 sonrası merkez sol siyasette yaşanan bütün bölünmeler ve ayrışmaların temeli de bu dönemde atılmıştır. Ecevit kültünün oluşmasında 1974 Kıbrıs müdahalesi büyük öneme sahiptir. Bu askeri harekâtın ardından Türkiye kamuoyunda Ecevit'e ilişkin "Kıbrıs Fatihi" imgesi oluşmuştur. Böylelikle ulusalcı bir populizmle oluşturduğu yeni söylemle birlikte Ecevit bir taraftan kendi partisi içinde yalnızlaşmış bir yandan da uzun süre desteğini aldığı sosyalist sol ile ilişkilerinde büyük bir kopuş yaşanmıştır.“[12]

Burada kendime menkul bir tezimi ifade etmek isterim, daha önceki okumalarımda gördüğüm kadarıyla bu olayın altı çizilse de hiç, söz konusu olayın sonuçlarının detaylı surette ele alındığını ve benim yaptığım gibi bunu belli bir nedensellik ilişkisi haline sokularak analitik şekilde analiz edildiği bir çalışmayla karşılaşmadım. Bahsettiğim olay: Güneş Motel olayıdır. Güneş Motel olayı, Ecevit’in parti içi sosyal demokratik cenahla arasını açan ve böylece 12 Eylül sonrası solun birliğini engelleyen tavırların tohumlarını atmış olabilir. Güneş Motel Olayı ile Adalet Partisi’nden istifa eden muhafazakar vekiller ile güvenoylarının karşılığı olarak bir kabine kurulmuş, doğal olarak da bakanları AP’nin milliyetçi muhafazakarlığını taşıyan bir kabinenin sosyal demokratik politikaları uygulayamaması, hem parti içi hem de parti dışı sol kesimde Ecevit’in şahsına bir kırgınlık yarattığı tezi, kulağa oldukça makul gelmekte. Bu olay, Ecevit’in nezdinde artık parti içi ve dışı sola o kadar bağımlı olmadığı algısını yaratmış ve bu bağlamda daha kişi odaklı bir siyaset izlemesi için cesaretlenmesine sebep olmuş olabilir.


Ecevit, 12 Eylül döneminde Hamzaköy’deki zorunlu ikametgahında, İlber Ortaylı’nın aktardığına göre kendisiyle görüşmesinde, artık farklı bir strateji izleyeceğini, 1970’lerin demokratik sol söyleminden ziyade, popülist ulusalcı söylemini devam ettirip bu bağlamda farklı bir parti kuracağını belli etmişti. Ortaylı durumu şöyle aktarır: “Ecevitler 1980 öncesi CHP'sinin yönetici kadroları ve milletvekilleriyle hemen hemen ilişkilerini koparmışlardı. Bülent Bey'in yepyeni bir strateji izleyeceği kesindi. Bana "Bizim seçmenimiz MHP seçmenidir" dedi. Gerçekten de izleyen seçimde MHP profilinde pek göze çarpmayan Rumeli göçmenlerinin ve Kafkasyalı göçmenlerin oylarıyla meclise girdi. Dengeli ve ayakları yere basan bir ulusalcı söylem, yeni kurduğu DSP'nin özelliğiydi.”[13] Bu, ulusalcı sol popülizmi baz alan strateji değişikliği, esasen merkez sol ve atatürkçü cenahı bölmüş ve 80’ler ila 90’lardaki merkez sağ dominasyonuna sebebiyet vermişti.[14] Yani, Karaoğlan rüzgarı artık yerini, Atatürkçü kesimi böldüğü düşünülen, şüpheci bir lider imgesine bırakıyordu. 


1990’larda yeniden, vesayetçi ve bürokratik zihniyete karşı yükselen ufak bir Atatürkçü dalgayı sezinlemek mümkündür; Akademide Bülent Tanör, Suat Sinanoğlu, Ergun Özbudun, Sami Selçuk, Toktamış Ateş.[15] veyahut sivil toplumda ulusalcı söyleme mesafeli durup daha hümanist bir retorik benimseyen Türkan Saylan.[16] Fakat buna karşılık, 1990’lardaki sağ reaksiyonerliğine tepki olarak yükselen ulusalcı dalga o kadar büyüktü ki, sözü geçen bu, Kemalizme daha demokratik meşru zemin sağlama çabası etkili olamadı.[17] Ulusalcı, halkın değerleriyle barışık olmayıp, kendilerine biçtikleri jakoben rolünü oynamaya hevesli, halkı cehaletten kurtarma meşruiyetini kendisinde görecek kadar kendini beğenmiş [18] ve bu tavırların verdiği sürekli bir teyakkuz psikolojisi etrafında şekillenen Kemalist söylem, 2000’lerde CHP’nin niçin yüzde 20’lerde takılı kaldığını ve bünyesinden seçimlerde merkez solun rüzgarını şiddetle estirebilecek bir siyasetçi çıkaramadığını açıklayabilir.


Kulağa biraz romantik bir söylem gibi gelebilir, fakat şahsım, artık merkez solun bünyesinde 1972-9 minvalinde, dinamik, kalabalıkları meydanlara akın ettirebilecek, coşkuyu bireylerin iliklerine kadar aşılayabilecek, bir kişinin özlemi içerisindedir.

Son 13 yıl içerisinde CHP içerisinde büyük bir değişim gözlemledik. Bu dönemde çoğu şey sorunlu, basiretsiz hatta başarısız bir şekilde yapılsa da artık CHP iktidara gelme ihtimali en yüksek olan partidir ve şüphesiz ki kanaatime göre 2000’lerin ulusalcı popülist CHP’sinden çok daha yeğlenir ve makul bir konumdadır.[19] Bununla beraber bugün ki CHP’nin seçim kampanyası incelendiğinde, bir kişi var ki, insana sanki Atatürkçü kesime 50 yılda bir denk gelen, ikonik siyasetçi olduğunu düşündürüyor: Ekrem İmamoğlu. Seçim süreci içerisinde Millet İttifakı’nın en çalışkan neferi kanımca İmamoğlu’dur. Esasen, İstanbuk’da iktidarın 24 yıllık saltanatını bir değil; iki seçimle birden yıkması, doğal olarak iktidarın odaklarında İmamoğlu üzerinde bir obsesyon yaratmıştı. İmamoğlu’nun halk ile olan sıcak ilişkisi ve iletişim yeteneği, bu takıntı ve korkuyu katmerlemektedir. 1 Nisan tarihinden beri 80’inin üzerinde miting yaparak(bazen, aynı gün 3 farklı şehirde 3 farklı miting yapıyordu), Cumhurbaşkanı Adayı Kılıçdaroğlu’ndan bile daha başarılı bir miting performansı sergiledi.[20] Mitinglerini nitelik olarak değerlendirirsek, neredeyse kusursuz bir hitabet yeteneği ile dinamik ruh hali birleşince ortaya, 40 yıldır Atatürkçü cenahın arayışında olduğu; o, coşkulu halkı meydanlara sürükleyecek, 70’lerin Karaoğlan’ı minvalinde bir rüzgar estirebilecek bir kişi olup olamayabileceği sorusu çıkıyor. Tabiki bu soruyu cevaplayabilmek için oldukça erken. Belki de 1970’lerin sonunda Ecevit’in yaşadığı gibi, günün sonunda, yani son kertede, İmamoğlu’nun yakaldığı bu ivme, ulusalcı sol popülist söylemin içini doldurmaktan ibaret kalacaktır. Böyle bir şey, şüphesiz ki merkez sol ve hatta Türk siyasi yaşamı için bir büyük bir trajedi anlamına gelecektir. Fakat, ben böyle bir durum ile karşı karşıya gelme ihtimalimizin düşük olduğuna inanıyorum, zira, İmamoğlu’nun Belediye Başkanı sıfatı ile İstanbul’da başlattığı büyük dönüşüm ve imza attığı etkileyici icratlar bağlamında ifade edilebilir ki, İmamoğlu’nun izleyeceği yol, kişi kültü etrafında şekillenen ulusalcı sol popülizmden ziyade; somut ve yapıcı bir Sosyal Demokrasi ve Atatürkçülük etrafında şekillenecektir.[21] İmamoğlu’nun İstanbul’daki, aktif sosyal yardım mekanizmasından tutun, piyasa ekonomisine karşı ulusalcı popülizme kıyasla mutedil tavrı[22], rekor sayılabilecek altyapı çalışmaları ve daha nicesi bunu kanıtlar niteliktedir. Kemal Kılıçdaroğlu, eğer Cumhurbaşkanı seçilirse(veya seçilmese de) CHP Genelbaşkanlığını bırakacak ve tarafsız cumhurbaşkanı olmak için CHP’den istifa edecektir[23]. Millet İttifakının iktidar senaryosunda iki sene içerisinde parlementer sisteme geçilmesi ve yeniden aktif ve çoğulcu parti siyasetine dönülmesi durumunda CHP nezdinde kimin öne çıkacağı, önemli bir sorudur. Bu durumda parti içi dengelerde İmamoğlu’nun ağırlığının daha da artması son derece olası gözüküyor. Zira, İmamoğlu’nun seçim kampanyasındaki aktif ve dinamik tavrı ve tavrın da sosyal medyada “seçim canavarı” söylemiyle vülgarize edilmesi, bizlere bu husus hakkında sağlam bir ipucu sağlayabilir.


Alp Buğdaycı, Münih, Mayıs 2023


Dipnotlar:


[1] Özellikle merkez sağ siyasi geleneğindeki; Menderes, Demirel ve Özal ile mukayese edilirse.

[2] Türkiye’deki bürokratik geleneğin analitik bir incelemesi için bknz: Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, 2018. 

[3] Muammer Aksoy, Atatürk ve Sosyal Demokrasi, 2. Baskı(baskı tarihi yazmıyor.), S. 8.

[4] Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı, 2016, S. 99-106. Ayrıyeten ifade edilmelidir ki Demokrat Parti Sina Akşin’in iddia ettiği gibi karşı devrimsel bir içeriğe sahip olmaktan(Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2018, S. 249-259.] ziyade düşünsel olarak kemalist paradigmanın sınırları içerisinde yer alır. Tanel Demirel şöyle yazar: “Cumhuriyetçilik(ya da Kemalizm) ekonomik kalkınma (muasır medeniyete ulaşma) ve kişiyi siyasal anlamda vatandaş yaparak vatandaşların bir biçimde siyasi iktidarın oluşumuna katkıda bulunmalarını amaçlayan pragmatik milliyetçi/modernleştirmeci bir proje olarak düşünlürse, DP karşı-devrimci olmaktan öte, Cumhuriyetin “milli egemenliği” söylemini hayata geçirmeye gayret eden ve sırf bu özelliği ile bile Cumhuriyet ideallerini ileri götüren modernleşmeci bir hareket olarak görülebilir.”(a.g.e. S. 113) Ayriyeten bknz: a.g.e. S. 116-7; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1996, S. 64-6; Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt 2, İletişim Yayınları, 2021, S.531-2.

[5] Örneğin, 14’lerin temsil ettiği radikal kanatın lideri niteliğindeki Alparslan Türkeş’in Ülkü ve Kültür Birliği planıyla tüm kültürel yaşamını devletin tekeline almaya çalışması, bu totalitarizmi gösterir.(Bkz: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 281)

[6] Metin Heper, İsmet İnönü, 2008, S. 209-210.

[7] Metin Heper şöyle yazar: “1938-1950 yıllarındaki cumhurbaşkanlığı sırasında, dış politi­ka gibi, kendisinin önemli gördüğü her meselede, son sözü daima İnönü söyledi. Bu, elbette, şaşırtıcı değildi. Asıl şaşırtıcı olan, onun siyasal güç ve nüfuzunun, yalnız başına iktidara sahip olmadığı, örneğin iktidarı koalisyon ortaklarıyla paylaştığı, hatta sadece mu­halefet lideri olduğu dönemlerde bile devam etmesiydi. Atatürk'ün ölümünün ardından İnönü Türkiye'nin siyasal hayatındaki en et­kili kişi oldu. İktidarda olanların bir biçimde iktidarı onunla pay­laşmaksızın ülkeyi yönetmeleri mümkün değildi.”(Metin Heper a.g.e. S. 21) Mesela 12 Mart döneminde, resmi bir devlet görevi olmasa da, adeta tüm türk demokrasisinin temsilcisi rolünü oynamış ve 12 Mart rejiminin 12 Eylül tarzı bir askeri rejime dönüşmesini durdurmuştur. Bu yüzdendir ki Necdet Uğur, 12 Mart’ı “yarım kalmış 12 Eylül” olarak tanımlar.(Necdet Uğur, İsmet İnönü, 1995, S. 31-36)

[8] Ecevit’in görüşlerinin kısa bir özeti için bknz: Halil İnalcık, 2016, Atatürk ve Demokratik Türkiye, S. 70-2. Ecevit, toprak reformu hakkında şöyle yazar: “

Tek partili dönemde, Cumhuriyet Halk Partisi'nin çatısı altında da yıllar yılı, bu partinin programını okumuş-okumamış, bu partinin programını benimseyen veya sadece benimser görünen, sömüren veya sömürülen, bazı reformları isteyen veya istemeyen insanlar bir araya gelmişlerdir. Devrimcisi, tutucusu, bu parti içinde uzun zaman yan yana görünmüşlerdir. Onun için de saflarındaki bazı tutucu güçlerin etkisiyle, programını bilinçli olarak benimsememiş kimselerin etkisiyle, liderlerinin devrimciliğine ve halkçılığına rağmen, geniş kadrolarının ilericiliğine rağmen, bu parti, bazı çevrelerin çıkarlarına dokunan reformları gerçekleştirmekte bazen büyük güçlükler çekmiştir. Toprak reformu bunun tipik örneğidir. Büyük Atatürk, 1937 yılında, meclisi açış konuşmasında, ileri anlamlı bir toprak reformu yapılmasını istiyordu. Fakat o sıralarda, hükümetin başına, sonradan toprak reformunu ne kadar istemediği ortaya çıkan bir kimse geldi... Toprak reformu da tabiatıyla gerçekleşemedi...”(Bülent Ecevit, Bu Düzen Değişmelidir, 1973, S. 134)

[9] Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S. 582.

[10] Jön Türklerin siyasi düşüncelerindeki pre-totaliteryen unsurlar için bknz: Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri(1895-1908), 2008.

[11] Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, 2001, S. 82-86. Ayriyeten Kemalizm ve sosyal demokrasi ilişkisi hakkında şu yazıya bakılabilir: https://www.instagram.com/p/CpQL74cMtLt/?igshid=MmJiY2I4NDBkZg==

[12] Yunus Emre, Chp, Sosyal Demokrasi ve Sol, 2019, S. 253.

[13] İlber Ortaylı, Defterimden Portreler, 2011, S. 87.

[14] Örneğin, 1994 Yerel Seçimleri bu konuda adeta bir ibret niteliğindedir.

[15] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt 2, İletişim Yayınları, 2021, S. 592-9. Mesela Toktamış Ateş, “halk için halka rağmen” sloganını dile getiren ulusalcı cenahı “kendini bilmez kim kişiler” olarak adlandırmakta ve Atatürk’ün düşünce formasyonunun bununla zıt olduğunu yazmaktaydı.(Toktamış Ateş, Türk Devrim Tarihi, 2010, S. 5-12.)

[16] Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, S. 186.

[17] a.g.e. S. 187.

[18] Esasen tüm bu düşüncelerin altında, halkın edilgen bir nesne olduğu önkabulu yatar. Bu düşünde klasik modernleşme teorisinin yoğun kokusunu almamak olanaksızdır. Kemalizmi modernleşme teorisi açısından inceleyen eleştirel bir yaklaşım için bknz: Levent Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, 2007. Fakat bununla beraber şu da okunmalıdır: Berk Esen, Post-Kemalizmin Vesayet Eleştirisi: AKP Rejiminin Resmî Tezi, Post-Post Kemalizm, 2022, Derleyen: İlker Aytürk, Berk Esen.

[19] Gözlemlenebilir hataların bir kısmı şöyledir: Parti içinde bazı marjinallerin sesinin fazlaca duyulması, birtakım zamansız açıklamalar sonucu oy kaybı, kaybedilen seçimler, parti içi demokrasinin zayıflığı… Fakat, parti içi demokrasinin zayıflığını özcü bir şekilde CHP’ye has bir durum olduğunu söylemek de bana hakkaniyetli gelmiyor, zira bu genel itibariyle tüm türk siyasi geleneğinin bir özelliğidir.(bknz: Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics.” Journal of International Affairs 54, no. 1 (2000): 63–82’de S. 69-70.)

[20] Kılıçdaroğlu, 1 Nisan-13 Mayıs arasında 41 civarında miting yapmıştır. Kendi twitter hesabındaki gönderileri bağlamında bu sayıya ulaştım.

[21] İmamoğlu’nun, İBB Başkanı sıfatıyla yaptığı icraatler için bknz: https://www.ekremimamoglu.com/neler-yaptik/ 

[22] Öyle ki Ekrem İmamoğlu, Habertürk canşı yayınında: ““Ben de liberalizmi, liberal ticaret sistemini kabul eden biriyim” demiştir. Başka bir konuşmasındaysa: “İstanbul’u cesur bir demokrasinin, liberal özgürlüklerin ve liberal bir ekonominin yeni merkezi yapacağız.” demiştir. Fakat bununla beraber İmamoğlu, İstanbul’da etkili bir sosyal yardım ve üreticiye sübvansiyon mekanizması da kurmuştur. Kanaatimce bu olgular, sosyal liberalizmin kanlı canlı timsalidir.

[23] Altılı Masa’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ne göre seçilecek Cumhurbaşkanı Adayı, partisiyle bağlantısını koparacaktır: “Cumhurbaşkanının 7 yıl süreyle bir dönem seçilebilmesine, seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesine ve görev sonrasında aktif siyasete dönememesine ilişkin düzenleme yapacağız.”[Ortak Politikalar Mutabakat Metni, 30 Ocak 2023, S. 14]

Yorumlar