Cumhurbaşkanlığı Seçimi Neden İkinci Tura Kalmamalı?
Cumhurbaşkanlığı Seçimi Neden 2. Tur’a Kalmamalı?
Neden muhalefetin en güçlü adayı olan Kılıçdaroğlu, seçimleri ilk turda kazanmalı? Öncelikle şunu ifade edilmeli ki, Kemal Bey’e oy verilme sebebi genel olarak, ona karşı derin bir hayranlıktan veyahut onun kusursuz bir lider olduğuna dair sarsılmaz bir inançtan kaynaklanmıyor. Nitekim, Millet İttifakı tabanında Ekrem İmamoğlu veyahut Mansur Yavaş’ın en doğru aday olduğu kanısı nispeten daha yaygındı. Birçok gözlemci tarafından, Kemal Bey’in, kamuoyunun İmamoğlu’na veya Yavaş’a olan teveccühünü görmezden gelerek kendi adaylığını “dayatması” demokratik bir anlayışa tezat teşkil etmekteydi. Cidden, seküler ve cumhuriyetçi cenah, Kemal Bey’in birçok söylemine katılmakla beraber, bazı hareketlerini de eleştirel bir çerçevede değerlendirmekte; bazı politik manevralarını talihsiz bulmaktaydı.[1] Bununla beraber yaklaşan seçimlerin Türkiye için adeta köprüden önceki son çıkış olduğu hususu ise son derece açıktır. Türkiye, artık çoğu açıdan otoriteryen ve partizan kaynak dağıtımına müstenit bir tek adam rejimiyle yönetilmektedir.[2] Doğal olarak bu bağlamda seçimin ikinci tura kalması durumunda, Türkiye’deki iktidarın değişmeme olasılığı bir hayli yükselmektedir. Kemal Bey’e eleştirel bakan ve Millet İttifakı’nın tabanının önemli bir kısmını teşkil eden gruba göre aynı zamanda da, karşılarındaki söz konusu iktidarın inşa ettiği düzen, adeta bir korku imparatorluğudur. Bu bağlamda ise Kemal Bey daha yeğlenir olarak tasavvur edilmektedir. Cidden de zanımca, Türkiye’nin önündeki seçim rastgele bir demokratik seçimden ziyade, hem iktidar hem de muhalefet için de bir ölüm-kalım seçimi niteliğindedir. Seçimin kaybedilmesi halinde Türkiye’nin fiilen Belarus çizgisinde bir otoriteryanizme dönüşme ihtimalinin artması, 2011’den beri istikrarlı şekilde, ivmelenerek düşen kişisel hak ve özgürlükler endekslerinden[3] anlaşılabilir. Nitekim seçimi AK Parti kazanırsa örneğin İBB’ye kayyum atanacağı ve İmamoğlu’nun hüküm giyecek olma ihitmalinin yüksekliği; buz dağının sadece görünen kısmıdır. Türkiye’de muhalefet açısından, seçim neden ikinci tura bırakılmamalı sorusuna net bir cevap vermeden önce, demokrasi ve otoriteryen rejimler hakkında kısa bir teorik birikime başvurmak ve bu bağlamda bu soruya bir cevap sunmak zaruridir.
Demokrasi neden en yeğlenilir rejimdir? Buna birçok farklı cevap verilebilir.[4] Mesela Acemoğlu ve Robinson, demokrasiyi uzun vaadeli iktisadi kalkınmanın bir önkoşulu olarak atfeder.[5] Demokratik rejimin neden tercih edilir olduğuna dair birçok argüman üretilebilir, fakat bence demokrasiyi en yeğlenir kılan olgulardan birisi; demokraside yöneticileri herhangi bir şiddete başvurmadan değiştirebilme seçeneğinin olması ve nispeten mutedil bir iktidar devrinin sağlanabilmesidir. Karl Popper’ın ifadesiyle, demokrasi, kan dökme yoluna başvurmadan yöneticileri ve iktidarı değiştirebileceğimiz bir rejimdir.[6] Demokratik niteliğe sahip bir iktidarda iktidarın hoşgörü maliyeti düşük ve baskılama maliyeti nispeten yüksektir; zira iktidar, eğer seçimleri kaybedip muhalefete geçerse, bunun kendisi için hayati bir risk barındırmadığını farkındadır. Çoğulcu demokratik bir rejimde, iktidarı kaybederseniz, en fazla meclis dışı kalırsınız fakat siyasal gündeminizi savunma eyleminiz herhangi bir akamete uğramayacak, (eğer demokratik rejimin çerçevesinde hareket ettiyseniz) kovuşturmaya maruz kalmayacak, hayatınıza devam edecek ve bir sonraki seçimlere daha iyi hazırlanmaya çalışacaksınız. Nitekim iktidarı kaybetmenin size getireceği maliyet, sizin için bir ölüm kalım meselesi anlamına gelmeyecektir. İktidarı kaybetmenin maliyeti, sizi fiilen savaşmaya ve gerekirse hukuksuz eylemleri inkişaf ettirmeye yetecek kadar yüksek değildir, zira böyle bir olayda hem hukukun gazabına uğrama riskiniz baş gösterecek hem de tüm saygınlığınızı yitirme olasılığıyla(en azından demokratik toplumlarda) karşı karşıya geleceksiniz. Hülasa, iktidarı kaybetmenin size getireceği (siyasal, sosyal ve ekonomik) maliyet; iktidarı muhafaza etme olasılığını arttırmak için otoriterleşmenin getireceği kazançtan fazla değildir.[7] Bu sebepten dolayı da yukarıda ifade edildiği gibi Popper, kan dökmeden iktidarı değiştirebilmeye muktedir olmayı demokrasinin temel bir özelliği olarak görür.
Otoriteryen rejimlerdeyse durum bundan daha başkadır. Otoriteryen rejimler genel itibariyle iktidar tabanını partizan bir kaynak dağıtımı bağlamında konsolide etme eğilimi içerisindedirler. Bu dağıtım aktivitesi salt olarak, yüz milyarlarca dolar değerindeki rant ve ihalelerden ibaret de değildir; devlet içerisine nepotist bir anlayışla yandaşların atanması veyahut dağıtılan rüşvet gibi tonla aktiviteyi de kapsamaktadır. Bunun sonucunda seçimler sonucunda iktidarı kaybetme olasılığı, bir otoriteryen iktidar için demokratik iktidara göre çok daha başka şeyler ifade edecektir. Bir kere artık iktidar kaybedilirse, sadece Meclis’teki çoğunluğu veyahut kabinedeki bakanlar kaybedilmeyecek; yüz milyarlarca değerindeki rant ve kaynaklar da bununla beraber kaybedilecek, büyük ihtimalle partizanca dağıtılan kaynaklar yeni iktidar tarafından yeniden dağıtıma(redistribution) maruz kalacak[8] ve bunların da hukuki merciler aracılığıyla bir hesabı sorulacaktır. Yani, siyasal mücadelenin ucunda yatan menfaatler inanılmaz yüksektir, sadece resmi pozisyonlarınızı kaybetmiyorsunuz; daha da mühimi yüz milyarlarca dolar(belki de trilyon!) değerinde bir kaynak ağı da elinizin ucundan kayıp gidiyor. Bunun doğrudan bir sonucuysa; muktedirlerin olası bir iktidar değişikliğinde karşılaşacağı kovuşturma ve yaptırımlar, serbest seçimler yoluyla iktidardan ayrılmalarının maliyetini artması, muhalefeti ve iktidarlarına olası bir rakip olarak gördükleri aktörleri hoşgörmenin maliyetini artmasıdır. Artık seçimler bir ölüm kalım meselesine dönüşür, olası bir iktidar devrinde; önceki iktidar odaklarının, demokratik rejimdeki gibi yoluna devam edebilmesi son derece güçtür ve bu durumda partizanca dağıtılan tüm kaynaklar kaybedilir. Bu sadece iktidar için değil; aynı zamanda iktidarın dayandığı sosyal koalisyon, örneğin iktidar yanlısı burjuvazi için de kelimenin tam anlamıyla bir kabustur.[9] İşte otoriteryen iktidarların, serbest seçimler yoluyla iktidarı devretmelerinde isteksiz olmalarının sebebi de tam olarak yukarıda ifade edilen noktada yatar.
Şimdi Türkiye örneğine dönelim. Esen ve Gümüşçü’nün gösterdiği gibi esasen Türkiye’deki demokrasinin çöküşü ve iktidarın kişisel hak ve hürriyetleri mütemadiyen ihlal etmesinin sebebi de; Ak Parti’nin yüz milyarlarca dolarlık kaynak dağıtımı ve bu bağlamda şekillenen sınıflar arası koalisyonun, serbest seçimler aracılığıyla iktidardan ayrılma maliyetinin artması ve bunun sonucu olarak da iktidara rakip odakları hoşgörme maliyetinin artmasıydı.[10] Esen ve Gümüşçü’nün bahsi geçen makalesinde veya genel olarak literatürde son derece ayrıntılı anlatılan, AKP dönemindeki partizan kaynak dağıtımını burada detaylıca anlatacak kadar yazıyı uzun tutmak istemiyorum.[bunun için lütfen bknz: 11] Fakat şunu söylemekle yetineceğim, ortada yüz milyarlarca dolar değerindeki bir rant ve partizan kaynak dağıtımı ağı mevcuttur.
Bu, en iyi kamu ihalelerinin yürütülüş biçimlerinden anlaşılabilir. Gürakar yaptığı çalışmasında, 2004 ila 2011 yılları arasında imzalanan 49.355 yüksek değerli kamu ihalesinin(yüksek değerden kasıt, her birinin değeri en az 1 milyon TL’dir.) yüzde 38’ini AKP ile doğrudan bağlantılı firmaların aldığını, yüzde 45’iniyse çoğunlukla AKP ile gayri resmi bağlantıları olan (belediyeler, yerel şubeler vb. aracılığıyla) “yerli firmalar”ın aldığını tespit etmesi, işte bu partizan kaynak dağıtımının ampirik olarak ortaya koyulması açısından manidardır.[12] Hülasa, Ak Parti, iktidardan düşerse sadece meclisi veyahut hükümeti kaybetmeyecek; bu eşi benzerine nadir rastlanan, bahsedilen kaynakları da beraberinde yitirecek ve bunlar sebebiyle (doğal olarak) hukuksal bir kovuşturmayla başbaşa kalacaktır. Ak Parti’nin nezdinde bu seçimin kaybedilmesi demek, salt olarak Cumhurbaşkanı Külliyesi’nin, veyahut resmi siyasal pozisyonların kaybedilmesi anlamına gelmiyor; bu 20 yıldır kurulan partizan kaynak dağıtım sisteminin ve yüz milyarlarca doların kaybedilmesi ve bu kaynak dağıtımındaki yolsuzlukların teşhir edilmesi anlamına gelmekte. Hülasa, Ak Parti için, işin ucunda sadece Cumhurbaşkanlığı makamı veya Cumhurbaşkanlığı makam arabası olan 5.5 tonluk, Mercedes S600 zırhlı Maybach(ler) yok, çok daha fazlası işin ucunda yatıyor; öyle ki bu olgular da seçimi kaybetmenin maliyetini Ak Parti ve iktidar odakları için arşa çıkarmaktadır.
Buradan çıkaracağımız sonuç şu: Ak Parti, bu seçimi demokratik bir rejimdeki sıradan bir seçim minvalinde idrak etmemektedir; bu daha ziyade bir ölüm kalım seçimi olarak tasavvur edilmektedir. Seçimlerin kaybedilme olasılığının hayal edilmesi bile, Ak Parti Yönetici Eliti’nin en karanlık kabuslarından bile daha kötücül bir niteliktedir. Bu bağlamda seçimin kazanılması için en radikal, en kestirilemeyen ve en tehlikeli politikaları uygulayacakları gayet olanaklıdır. Esasen bu seçimin kaybedilmesi, sadece Ak Parti için değil; muhalefet ve Türkiye’deki demokratik rejimin geleceği için de bir o kadar kabustur. 2011’den beri süren ve adım adım hızlanan otoriterleşme dalgası, 2028’e kadar katlanarak devam ederse; artık Türkiye’de rejimin çok başka bir niteliğe kavuşması; son derece olasıdır. Bu sebeple muhalefet ve Türkiye’deki demokrasinin geleceği nezdinde seçimin kazanması kelimenin tam anlamıyla bir zarurettir. Peki Millet İttifakı seçimi neden birinci turda kazanılmalı, zira bu işin ikinci turu yok mudur?
Vardır elbette, fakat bunu değerlendirirken; yukarıda artiküle edildiği gibi Mayıs 2023 seçimlerinin, demokratik bir rejimdeki sıradan bir seçim olmadığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Öncelikle ampirik davranmak adına basitçe anketlere göz atalım. En önde gelen 9 Anket Şirketinin Mart ayında yaptığı Cumhurbaşkanlığı anketlerinin ortalamaları şöyle: Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 48.4, Erdoğan yüzde 43.8, Muharrem İnce yüzde 5.5, Sinan Oğan yüzde 2.2.[13] İncelediğim çoğu Mart-Nisan anketlerinde Kemal Bey ilk turda yüzde 50 barajını geçememekle beraber birinci gelmekte ve Erdoğan da kendisine ikinci sırada yer bulmaktadır.[14] Seçim anketlerinin tam bir kesinlik ile 14 Mayıs’ta sandıktan çıkacak sonucu saptayamayacağını farkında olmakla beraber[15], neredeyse tüm güvenilir anket firmalarının yaptıkları anketlerin, oranlar değişmekle beraber Kemal Bey’i birinci ve Erdoğan’ı ikinci olarak göstermesi şahsımca bir ampirik kanıt niteliğindedir. Zira bu konuda başka başvurulacak ve daha net olan başka bir şey bilmiyorum. Varsayalım ki cidden de 9 Anket şirketinin ortalaması doğru çıksın. Kemal Bey birinci çıkmasına rağmen seçim ikinci tura kalsın. Böylesine sonuç Ak Parti’nin yönetici elitleri nezdince nasıl idrak edilecektir? Erdoğan, 1989 Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçimlerinden sonra ilk kere sandıktan birinci çıkmamış, Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı geçerek yüzde 50 barajıyla arasında sadece yüzde 1.6’lık bir oran kalmıştır. Yani, iktidar ve buna bağlı yüzlerce milyar dolarlık Ak Parti iktidarı tarafından partizanca dağıtılmış rant ve sermaye hiç olmadığı kadar tehlike içerisindedir. Artık, Ak Parti için ortada varoluşsal bir mücadele mevcuttur, iktidarın kaybedilmesi demek, sadece resmi makamların kaybedilmesi anlamına gelmiyor; 20 yıldır inşaa edilen ve ifade edildiği gibi eşine benzerine nadir rastlayabileceğimiz bir kaynak dağıtım sistemi ve ağının kaybedilmesi anlamına geliyor, bu da yetmezmiş gibi Kemal Bey’in 418 Milyar dolar ifadesinde somutlaştığı gibi bunların hesabının sorulması anlamına gelmektedir. Peki böyle bir ruh hali içerisinde bulunan, devletin tüm kaynakları emrine amade olan neo-patrimonyal rejim bu durumda nasıl bir tavır alır? Zira ilk turda gözüktüğü gibi, Kemal Bey cidden de birinci gelmiştir ve “Çankaya Yokuşu”nu çıkmak üzeredir. Bu ruh halinde olan bir iktidar, 2 hafta sonraki seçimi kazanmak için elinden ne geliyorsa, imkanları neye yetiyorsa bunu ardına koymayacaktır. Bu 2 haftalık süreçte, incecik bir ip üstündeki bir otoriteryen rejimin ne gibi radikal politikalar izleyeceği ve bunun toplumda ne kadar büyük bir şok dalgasını tetikleyebileceğinin cevabını belki de bize Haziran-Kasım 2015 dönemi verebilir. Bu süreçte Ak Parti’nin gözünü karartıp ne kadar radikal ve şoke edici politikalar izleyeceğini muhalefetin kestirmesi ve daha da ötesi bunları geri püskürtebilmesi çok zordur, bu muhalefetin siyasi beceriksizliği veya yeteneksizliğiyle alakalı bir durum değildir; bu eldeki kaynaklarla ilgili bir durumdur. Muhalefetin sahip olduğu kaynaklar ve sesini duyarabildiği mecraalar tartışmasız olarak Ak Parti’den çok daha az ve sınırlıdır. Nitekim, muhalefetin karşısında, kışın kan dondurucu soğuğunda, 10 binlerce insan enkaz altında canları için feryat ederken, gözünü bile kırpmadan sosyal medyayı kendi politik saikleri için bloke eden bir iktidar söz konusu. Bu 2 haftalık süreçte, iktidar odaklarının bu seçimleri “varoluşsal” bir mesele olarak algıladıklarında ne gibi uç hamlelere başvurabileceklerinden şüphelenmemek cidden epey zor. İnce ve Oğan’ın oy oranına baktığımız zaman ise bu dokuz anketin ortalamasına göre sırasıyla yüzde 5.5 ve yüzde 2.2. Hadi hata payı olduğunu varsayalım, ama buna rağmen İnce ve Oğan’ın yüzde 10 üstünde aldığı ve profesyonal bir anket şirketi tarafından yürütülen bir anket var mıdır? Taradığım birçok anket arasında ben rastlamadım. Nitekim hatırlanırsa Akşener, 2018 seçimlerinde 100.000 imzayı birkaç saatte topladı ve yüzde 7 civarında bir oy aldı; oysa İnce’nin bunu 4 günde toplayabilmesi ve Oğan ise 5 günde toplayabilmesi gerek örgütlenme gerekse kamuoyu teveccühü açısından ciddi şüpheler uyandırmaktadır.
Bununla beraber şu olguyu tüm bir açıklığıyla ifade etmekte hiçbir beis görmüyorum, tüm anketler nezdinde şu açık ki: Kılıçdaroğlu, muhalefetin birinci adayı olarak yerini almaktadır ve tüm anketlerde ilk iki sırada bulunan kişiler aynıdır. İnce veya Oğan, oylarını iki katına çıkarsa dahi (ki son dönemde özellikle İnce’nin öfkeli retoriği sebebiyle bırakın oylarının iki katına çıkmasını; kamuoyunun kendisine olan teveccühünde bir düşüş meydana gelmektedir.) bu sıralama değişmemektedir. Bu bağlamda tüm ampirik veriler ışığında İnce ve Oğan’ın ikince tur olsa bile, bu ikinci tura kalma ihtimallerinin olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, bu nokta açıksa, o zaman şu soru sorulmalıdır; risk almaya değer midir?
Ak Parti iktidarı döneminde dünyaya gelmiş, hayatı boyunca Ak Parti’den başka bir iktidar görmemiş ve artık açıkçası artık bıkmış birisi olarak cevabım: hayır, asla bu riski almaya değmez. Bu seçim, muhalefet için riske atılabilecek, sıradan bir seçim değildir; köprüden önceki son çıkıştır. Bir daha vurgulamak isterim: Eğer, Kılıçdaroğlu ve Erdoğan ikinci tura kalırsa(ki gidişat bunu gösteriyor) ve neredeyse tüm anketlerin gösterdiği gibi Kemal Bey ilk turda Erdoğan’ı geçerse, 2 haftalık süreç içerisinde, işin ucunda sadece resmi makamları olmayan, çok daha fazlası; yüz milyarlarca dolarlık rantların ve sermayelerin olduğu bir iktidarın nelere başvurabileceğini düşünmek, muhalefet nezdinde tüyler ürperticidir. Türkiye’de iktidarın değişmesini isteyen odaklar açısından, dile getirilen sebepten dolayı, her ne kadar bu odakların belli bir kısmıyla ideolojik olarak tam uyuşmasa da; Kılıçdaroğlu’nun özgürlükçü bir demokrasiyi kurma vaadi ve parlementer sisteme geçişi temel esas prensip olarak vurgulanması, umut vericidir. Bu bağlamda muhalefetin, seçimin ikinci tura kalma riskini almasının sonucu olarak birçok ciddi sorunla karşı karşıya kalacak olması gayet olasıdır; nitekim, muhalefetin böyle bir riski alma lüksü zanımca de mevcut değildir.
Alp Buğdaycı, İstanbul, Nisan, 2023
Dipnotlar:
[1] Mesela, son 25 yılın en yüksek enflasyonunun açıklandığı ve sosyal medyaya sansür yasasının gündeme geldiği hafta, Kemal Bey’in tüm gündemi değiştirircesine Başörtü konusunu açması ve AKP’ye böylece insiyatifi hediye etmesi talihsiz bir hamleydi. Türkiye’de şüphesiz ki Başörtüsü üzerinde haksız bir anti-demokratik baskı mevcuttu. Fakat bununla beraber bugün başörtülü bireylerin hala mağdur olduğunu iddia etmek, hele ki bunu siyasal islamcı iktidarın en konsolide olduğu dönemde ifade etmek, bence son derece talihsizdi ki iktidar kolayca bunu LGBT karşıtı bir anayasa değişikliği haline sokup muhalefeti sıkıştırması da bu stratejinin kusurlarını ortaya çıkarıyor.
[2] 2023 tarihli, dünyada kişi hak ve hürriyetlerin durumunu ele alan Freedom House raporu Türkiye’yi; Kuzey Kore, İran, Rusya gibi diktatörel rejimlerin bulunduğu “özgür olmayan” ülkeler statüsüne yerleştirdi.(Freedom House, Freedom in The World 2023, Mart 2023, S. 12); Berk Esen & Sebnem Gumuscu (2016) Rising competitive authoritarianism in Turkey, Third World Quarterly, 37:9, 1581-1606.
[3] Aynı Freedom House raporunda, son on sene içerisinde özgürlüklerin en fazla düşüş gösterdiği ülkeler tablosundaysa Türkiye beşinci sırada kendisine yer buldu.(Freedom House, A.G.E)
[4] Demokrasinin neden en makul rejim olduğu konusunu farklı noktalardan ele alan güzel bir analiz için bknz: Robert A. Dahl, Demokrasi Üzerine, 2021, S. 55-72
[5] Daron Acemoğlu, James Robinson, Ulusların Düşüşü, 2014; demokratik olmayan bir rejimden, demokratik bir rejime geçiş ve bu süreçte gerçekleşen demokratikleşme; ekonomik büyümeyi görünür bir biçimde arttırmaktadır.(bknz: Acemoğlu, Daron, Naidu, Suresh, Restrepo, Pascual and Robinson, James A. “Democracy Does Cause Growth”, Journal of Political Economy, Vol. 127(1), pp. 47-100) Ayrıyeten, kurumlar ve ekonomik performans için bknz: Douglas North, Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans, 2002, S. 137-182.
[6] Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, 1. Cilt, 1989, S. 126.
[7] Otoriterleşme ve demokratik erezyon için bknz: Waldner, David, and Ellen Lust. “Unwelcome Change: Coming to Terms With Democratic Backsliding.” Annual Review of Political Science, vol. 21, no. 1, Annual Reviews, May 2018, pp. 93–113. Burada bilhassa S. 107-8’de işaret edildiği gibi tolere etme/hoşgörü ve baskının(supression) maliyetindeki kaymalar otoriterleşmeye zemin hazırlar.
[8] Daron Acemoğlu, James Robinson, Economic Origins of Dictatorship and Democracy, 2006, S. 119’da Acemoğlu ve Robinson yeniden kaynak dağıtımı korkusunun, demokratik çöküşte önemli bir role sahip olduğunu ifade eder.
[9] Barrington Moore, Social Origins of Dictatorship and Democracy, 1966, S. 418’de “burjuva olmazsa demokrasi olmaz.” diye yazar. Burjuvai değerlerin demokrasinin konsolide olmasında önemli bir payı olduğunu kabul etmekle beraber esasen Bellin’in gösterdiği gibi tüm sınıflar birer “olumsal demokrat”tır ve iki tane temel faktör bu sınıfların siyasal görüşlerini şekillendirir, yani iki temel faktör onların demokratik rejime olan yaklaşımlarını belirler: 1) Devlete olan bağımlılığı 2) ayrıcalıklarını kaybetme korkusu. Yani, devlete tamamen bağımlı ve olası bir iktidar değişikliğinde mevcut iktidar tarafından kendilerine bahşedilmiş ayrıcalıkları kaybetme korkusu yaşayan bir burjuvazi, Türkiye’de yandaş burjuvazi örneğinde de görüleceği gibi gayet açık bir şekilde otoriterleşmeyi hoşgörebilir.(bknz: Bellin, Eva. “Contingent Democrats: Industrialists, Labor, and Democratization in Late-Developing Countries.” World Politics, vol. 52, no. 2, Project Muse, Jan. 2000, pp. 175–205.)
[10] Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Why Did Turkish Democracy Collapse? A Political Economy Account of AKP’s Authoritarianism.” Party Politics, vol. 27, no. 6, SAGE Publications, May 2020, pp. 1075–91.
[11] Bu partizan kaynak dağıtımı hakkında zanımca ilk başvurulacak kaynaklar:
Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019; Esen, Berk, and Sebnem Gumuscu. “Building a Competitive Authoritarian Regime: State–Business Relations in the AKP’s Turkey.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies, vol. 20, no. 4, Informa UK Limited, Nov. 2017, pp. 349–72; Ayşe Buğra, Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm, 2021; Özcan, Gündüz (2015) Political connectedness and business performance: evidence from Turkish industry rankings. Business and Politics 17(1): 41–73.
[12] Esra Çeviker Gürakar, Kayırma Ekonomisi, 2019, S. 135-150
[13] https://twitter.com/praporlar/status/1645464834090192896?s=61&t=jfyEdcK8jLhFBU7mOzqmzA
[15]Seçim anketlerinin güvenilirliği hakkında bknz: Pelin Ünker, Seçim Anketleri Ne Kadar Güvenilir, DW, 12.04.2023.
Bu konuda sizin yazdıklarınızın çoğuna katılmakla birlikte birikiminize güvenerek aklıma takılan birkaç hususta yardımcı olacağınızı umuyorum. Seçim ikinci tura kalırsa karışıklıklar çıkacağı bariz görünüyor. Zaten anketlerden ötürü gördükleri kaybetme ihtimali provokasyonlara sebep olmaya başladı bile. Bu konuda uzman olmamakla birlikte Haziran - Kasım 2015 örneği daha uzun bir dönem olması ve tarafsızları ikna etmek için daha stratejik adımlar atılması açısından 2 haftalık dönemle benzeşmeyeceğini, bu iki haftada daha çok muhaliflere saldırılar yapılacağını ve hatta 80'lerdeki atmosfer gibi kavgalar ve çatışmalar çıkarılacağı kanısındayım. Daha fazla uzatmadan aklıma takılan kısma gelmek istiyorum. Seçim ilk turda küçük bir farkla biterse bu iki haftalık sürede olacak olaylar yine gerçekleşmez mi? İstanbul seçimlerinde olduğu gibi oyların tekrar sayılması istenip bu olurken karmaşa çıkarılamaz mı? Erdoğan seçimde hile ve dış güçlerin müdehalesi olduğunu söyleyip koltuğunu bırakmak istemeyip insanları sokağa dökebilir gibi geliyor. Ve seçimin ikinci turunun olmayışı iktidarın inmesi için güç kullanmak dışında seçenek kalmaması ihtimalini doğuruyor. İlk turdan Kılıçdaroğlu'na verecek birisi olarak ailem ve çevremdeki Ak partilileri Kılıçdaroğlu'na ikna etmek için elimden geleni yaptım ancak yandaş yayınlarla beğeni yıkanmış ortalama bir insanın argüman olarak neler sunacağını tahmin etmek çok da zor değil. Muharrem İnce'ye oy vermeleri için az çok ikna edebilsem de tarikatlar hakkındaki söylediklerini din düşmanlığı olarak yorumlayıp ondan da vazgeçtiler. Sonra Sinan Oğan aday oldu ve ben de çevremdekileri ona kanalize etmeye başladım. Eğer bu iki aday AKP'li, MHP'li veya kararsız seçmenin bir kısmını ikinci tur Kılıçdaroğlu'na oy vermeye ikna edebilirlerse 2. tur daha yüksek bir farkla kazanabiliriz ve bu da Erdoğan'ın koltuğu bırakmama ihtimalini düşürür. Bu konuda ve sorduğum sorular hakkında ne düşünüyorsunuz? Adana'dan esenlikler dilerim.
YanıtlaSil