Kemalizm ve Militarizm; Bir Ezberi Sorgulamak

 Kemalizm ve Militarizm; Bir Ezberi Sorgulamak


Genel itibariyle özellikle Post-kemalist literatür tarafından militarizm ile kemalist rejim arasında organik bir bağ bulunduğu ve 1923-1945 yılları arasında tezahür eden tek parti rejiminin önde gelen elitlerinin çoğunun da subay kökenli olması bağlamında rejimin arkasında militaristik bir paternalizmin mevcut olduğu ve bu olgunun da bahsi geçen dönem içerisinde mütemadiyen tezahür eden reformların altındaki ereği şekillendirdiği iddia edilir.[1] Şuan ki Türkiye çalışmalarında ana kuramsal model olarak atfedebileceğimiz bu modele göre; bu militarist söylem ve bunun etrafında kümelenen ordunun ağırlığını eğitimden tutalım, rejimin rıza üretme mekanizmasının formasyonuna kadar, çoğu yerde rastlayabiliriz.[2] Şüphesiz ki bu kuramsal modeli etkileyen temel unsurlardan birisi, Türkiye’deki askeri müdahalelerde, özellikle Atatürk sembolünün bir meşruiyet enstrümanı olarak kullanılması ve bu bağlamda, Atatürk’ün kişiliği etrafında şekillenen bir rıza üretiminin inkişafıdır. Makalemin temel amacı militarizmin teorik olarak tanımını yaptıktan sonra bunun Kemalist dönemde ciddi surette ve ne açıdan mevcut olduğunu analiz etmek olacaktır. Bu söz konusu analizim, sadece ordu-sivil ilişkileri veya Atatürk’ün veyahut Cumhuriyetin elitlerin söz konusu düşüncelerinin aktarılması bağlamında kalmayacak; bilakis dönemin tasavvur edilen egemen eğitim anlayışının da olası ipucular verebileceği olasılığı göz önünde tutularak, bunların da analizini içerecektir.


Öncelikle doğal olarak militarizm kavramının analitik bazda açıklığa kavuşturulması hatta belki de weberyen bir ideal tipinin inşaası zarurettir. Sanıyorum ki, militarizm kelimesi, kimi cereyanlar tarafından övgü ve ordu sevgisiyle eşleştirilip olumlanırken, kimi çevreler tarafından da bir rejimin otoriteryenliğini gösteren bir indikatör olarak görülüp negatif bir olgu olarak değerlendirilmesine rağmen ve sıksık bu iki zıt akımlar tarafından analizlerde dahil edilmesine rağmen, tam olarak anlaşılamamış, anlamı net olarak aydınlığa kavuşturulamamış; bulanık bir kavramdır. Bu yüzden de Kemalizm ve militarizmin bağlantısı tartışılmadan önce, militarizmin tanımlanması zarurettir. 


Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki militarizm ordu sevgisiyle eş anlama gelmemektedir.

Micheal Mann, militarizmi şu şekilde tanımlar:

“Askerî meseleleri diğer bütün konulardan öncelikli görmek, savaşı ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir sosyal bir durum olarak kabul etmek."[3] Yani Mann bu kavramsallaştırmayla, militarizmin esasen savaş olgusunun ve buna hazırlığının toplumun yaşamında istenilen bir sosyal aktivite olarak görülmesi anlamına geldiğini ifade eder ve böylece esasen sosyolojik bir kuramsal model inşaa eder.[4] Kurt Lang’ın militarizm tanımı da Mann ile aynı doğrultudadır. Lang militarizmi, organize “şiddet” ve savaş isteyen ruhun özlenilen ve arzu edilen bir olgu olarak görülmesi şeklinde tanımlar.[5]

Tabi militarizmi tek başına Mann’ın tanımına indirgemek isabetli olmayabilir, zira militarizm gibi aşırı surette kullanıla gelen bir kelimenin birçok sosyal bilimci tarafından farklı çehrelerde tanımlandığı gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Örneğin, Marek Thee militarizmi, sürekli bir askeri seferberlik halinin sürdüğü, ordunun etkisinin gerek içsiyasette ve siyasal rejim üzerinde gerek dış ilişkilerde arttığı, şiddet kullanımının; siyasal gücü ve onun egemenliğini pekiştirmek için istenilen bir enstrüman olarak değerlendirildiği, ordunun sivil işlerde hegemon olduğu bir paradigma şeklinde tanımlar.[6] Anlaşılabileceği üzere, Thee militarizm kavramsallaştırmasında; Mann’dan farklı olarak, siyasal ve kurumsal faktörleri, sosyo-kültürel faktörlerden daha fazla vurgular.[7]  

Micheal Klare ise militarizmi şöyle tanımlar: 

“ ‘militarizmi' askeri amaçların (savaşa hazırlık, silahlanma, askeri endüstrilerin gelişimi) ve askeri değerlerin (otoritenin merkezileştirilmesi, hiyerarşi, disiplin ve itaatkarlık, yayılmacılık ve yabancı düşmanlığı) ulusal kültürü, eğitimi, medyayı, dini, siyaseti ve ekonomiyi domine edebilmesi için bir ulusun askeri aygıtının toplumun yaşamı üzerinde sürekli artan bir kontrolü üstlenme eğilimi olarak tanımlayabiliriz.”[8]


Hülasa literatürde, tek ve somut bir militarizm tanımından ziyade, biribirinden farklı şekilde tanımlanan “militarizmler” vardır, fakat tüm bu “militarizmler” kavramsallaştırmalarının temel bir ortak noktası olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Bu ortak noktayı Klare şöyle yazar: 

“Bu ve diğer militarizm tanımlarında ortak olan, bireysel özgürlüklerin ve demokratik karar alma mekanizmalarının aşındıran bir tavırla; ordunun sivil kurumlar üzerindeki artan gaspını ve hegemonik aşırılığını gösteren nosyon olmasıdır”[9]

Bu ortak noktanın değerli olmasının sebebi şu’dur: Gerek sosyolojik tanım yapan kuramsal modeller, gerek siyasal tanımlama yapan kuramsal modellerin esasen vurguladığı şey ordunun hegemonik ağırlığıdır. Bu hegemonyanın olduğu esas itibariyle kabul edilir fakat bunun sosyal bazda mı yoksa kurumsal-siyasal bazda mı şekillendiği konusundaysa fikir ayrılıkları mevcuttur.


Benim, militarizm kavramının inşaasındaki önerim ise militarizmin sosyolojik tarafıyla siyasal tarafını beraber ele almaktır. Mann’ın tanımını, sosyal ve kültürel bağlamda kabul etmek ve Thee’nin tanımınıysa kurumsal ve siyasal bağlamda kabul etmek, böylece ikisini birleştirmek; yekpare bir militarizm kavramının weberyan tipinin inşaasında oldukça yararlı olabilir. 


Militarizm kavramını analiz ettikten sonra, bunu kemalist rejim bağlamında yorumlamadan önce, bir noktaya daha değinmeyi zaruret atfederim: Bu da: askeri rejimin ve askerin siyasette aktif şekilde rol oynayabildiği siyasal düzenleri ifade etmektir. Açıkçası bu konuda literatürde bulabildiğim en yararlı kuramsal model, Eric Nordlinger’in ordunun siyasete müdahalesini ve askeri yönetimleri 3 farklı model ile özetleyen tiplojisidir. Bu tipoloji, ordunun politikayı 3 farklı şekilde(her bir şekil, kendi başına bir kuramsal modeldir) tesir edebileceğini gösterir.

Birinci durumda ordu bir ara bulucu rolünü oynar. Tipik olarak bu modelde ordu, hükümetin dizginlerini açıkça ele almazlar, bunun yerine perde arkasından "veto yetkisi" kullanırlar.  Ancak sivil makamlar, ordunun isteklerine boyun eğmezlerse, daha ılımlı ve ordunun istekleriyle uyuşan bir sivil grubu iktidara getirmek için tasarlanmış bir "yerinden etme darbesi(displacment coup)" gerçekleştirirler. Bu modele uyan askeri grupların hedefleri de buna bağlı olarak olarak oldukça sınırlıdır. Açıkçası bu yerinden etme darbesi, siyasal düzende herhangi bir köklü düzen değişikliği amacını veya toplumdaki güç dengelerinin değiştirilmesi amacını taşımaz, bilakis bu modelde ordu güç dengelerini ve anayasal düzeni komple değiştirmemeye veya ekonomik kaynakların dağılımına müdahale etmemeye özen gösterirler. Askeri grupları ilgilendiren tek nokta, hükümetin ve sivil makamların onların isteklerine duyarlı olmasıdır ve aksi takdirde vuku bulacak “yerinden etme darbesi” ise salt olarak hükümeti değiştirmeyi amaçlar, bu amaç dışında herhangi bir devrimsel amacı yoktur. [10] 


 İkinci tip bir askeri rejimi ise Metin Heper ve Frank Tachau  "vesayet" rejimi olarak adlandırır.[11] Askeri gruplar, sivil valileri yerinden etmeyi, yani açıkça hükümetin denetlenmesini üstlenmeyi kendilerine verilmiş bir görev olarak hissetmeleri dışında yine de esasen birinci modeldeki “ara buluculara” benzerler. Hükümet üzerinde aşırı bir kontrol hakkı iddia etmelerine rağmen askerlerin amaçları, birinci örnekteki gibi devrimci değil; muhafazakardır. Nordlinger, bu vesayet rejimindeki askeri grupların amaçlarını şöyle açıklar:

“Kavgacı, yozlaşmış ve aşırı partizan politikacıların görevden alınması, daha fazla verimlilik sağlamak için hükümet ve bürokratik mekanizmaların yenilenmesi ve bazı güç ve ekonomik ödüllerin(veya teşviklerin) sivil gruplar arasında yeniden dağıtılması. Temel olarak, önceki hükümetin yanlış uygulamaları ve eksiklikleri olarak görülenleri düzeltmeyi amaçlıyorlar. 

Onlar(yani askeri gruplar), siyasi bünyede bazı kesikler açmaya hazır "demir cerrahlar"dır, ancak öncekei hükümet tarafından kesilenleri değiştirmek için çok az şey yapıyorlar ve hatta hastayı taburcu ettikten sonra cerrahi operasyonun kalıcı sonuçlar doğurmasını sağlamak için çok az şey yapıyorlar.”[12] 

Burada Nordlinger’in hasta-cerrah metaforu ile anlatmaya çalıştığı şey, söz konusu modelde askeri rejimin birtakım değişiklikler yapmak suretiyle yanlışları düzeltmeye çalışması fakat bunu yaparken de temelli,  kalıcı ve devrimci değişiklikler yapmaktan kaçınmasıdır.


Son olarak, üçüncü model, yönetici tipidir(kullanılan kelime “ruler type”).  Bu tür, diğer ikisinden daha iddialı ve geniş kapsamlıdır.  Statükoyu korumayı istemek şöyle dursun, bu tür bir rejimin amacı yalnızca rejimin yönetimini üstlenmek değil, aynı zamanda siyasi, ekonomik ve hatta sosyal sistemin önemli yönlerinde devrimsel niteliklerde değişikliklerdir.[13] Esasen neredeyse tüm askeri rejimler, misyonlarını tamamladıktan sonra kışlaya çekilmeye vaat etseler de, 3. Tip modelde bu vaadin yerine getirilme olasılığı bir hayli düşüktür.


Militarizm ve askeri yönetim olgularını açıkladıktan sonra şimdi bunların Kemalist örnekle bağlantısı analiz edilecektir. Bu analize ilk başta rejimin kurulması ve rejimin temelindeki askeriyenin rolüyle başlamak istiyorum.


Milli Mücadele her şeyden evvel spontane surette, halkın yüksek bir “ulus bilinciyle” hareket ederek meydana getirdiği bir “milli ayaklanma”dan ziyade bilhassa Jön Türk subayları tarafından planlanan, ilk başta da para-militer bir çehreyi barındıran bir içeriğe sahipti.[14] Tabiki askerler dışında bu dönemde yerel kongreler kurmak suretiyle idari ve hukuksal çevrede sivillerin aşırı önemli bir rol oynadığı inkar edilemez.[Bunun ayrıntılı incelemesi için bkz: 15] 

Fakat milli mücadelenin muharebe kısmında, asker zümresinin ağırlıkta olduğu unutulmamalıdır. Özellikle Çanakkale savaşından beri bir Jön Türkler tarafından bir Milli Mücadele hazırlığının yapıldığı, Milli mücadele dönemindeyse Harbiye Nezareti’nin Milli Mücadele hakkında planlar yaptığı ve tüm milliyetçi subayları sanki “gidin de bir şey yapın Anadolu’da!” der gibi önemli mevkilere tayin edildiği bilinen noktalardır.[16] Öyle ki Fevzi Paşa, Mütareke sonrası Cevat Paşa ile kendisinin bir plan yaptığını iddia eder. Fevzi Paşa planı şöyle aktarır:


“Uzun istişarelerden sonra Cevat Paşa ile şu kararlar alındı:

1. Planlanmış olan üç ordu müfettişliğinin derhal kurulması.

2. Anadolu'da mümkün olduğunca çok silah ve cephanenin

toplanması ve bunların İtilaf kuvvetlerine teslim edilmemesi.

3. Anadolu'da bir 'Millî İdare'nin kurulması.

4. 'Millî İdare'yi destekleyecek 'Kuva-yı Milliye'nin teşkili.

5. Düşmana saldırılması.


Biz bu beş maddeyi gerçekleştirmek için gerekli detayları görüşürken Mustafa Kemal Paşa vedalaşmaya geldi… Şimdi üçümüz büyük bir açıklıkla genel durumu inceledik. Mustafa Kemal Paşa bu beş maddeyi kabul etti. Anadolu'da nasıl bir "Milli Yönetim" kurulacağını tartışırken, Mustafa Kemal Paşa büyük bir kararlılıkla:  “Bunu gerçekleştirmek için Anadolu'ya gidiyorum. Buradan(yani İstanbul Hükümetinden) verilen emirlere uymayacağım. Kahraman milletimin bağrında canımı feda edene kadar çalışacağım.” Dedi. Bu sözler üzerine heyecanla yerimizden sıçradık.” [17]

Fakat Erik Jan Zürcher’e göre 5. Madde şüphelidir, zira Zürcher şöyle yazar: 


“Çünkü Harbiye Nezareti ertesi yıl çok daha ihtiyatlı bir çizgi izledi ve hatta Kemal'i askerî bir çatışmaya girmemesi konusunda uyardı. Ne olursa olsun, Mustafa Kemal'in bir şeyler yapmak üzere olduğunu bildikleri kesindir. Mustafa Kemal Anadolu'ya gitmek için yola çıkmadan önce Cevat Paşa kendisine "bir şey yapıp yapmayacağını" sormuş ve onun bir şeyler yapacağım öğrenince ona başarı dilemişti. (…) Telgraflar bir başka şeyi daha ortaya koymaktadır: Harbiye Nezareti ile Mustafa Kemal'in liderliğindeki Milliyetçi örgütün Heyet-i Temsiliyesi arasındaki iktidar mücadelesi. Bu mücadele, Karakol ile Mustafa Kemal arasındaki mücadeleyle aynı zamanda ve benzer biçimde gelişmiş gözükmektedir. Birçok sorun vardı: Fevzi (Çakmak) liderliğindeki askeri kadro, kendileri hâlâ diplomatik bir çözümü (muhtemelen Amerikan yardımıyla bir Amerikan mandası fikrinin İstanbul'da pek çok taraftarı vardı) tercih ederken, Mustafa Kemal'in İtilaf Devletlerini askerî çatışmaya kışkırttığını düşünüyordu.(…) 


Özünde çatışma, Nezaret; padişah ve İtilafçıları devre dışı bırakma ve İtilaf Devletlerinden daha iyi koşullar elde etme mücadelelerinde Anadolu'daki Milliyetçi hareketi bu amaca yönelik bir araç olarak görmekteyken, Heyet-i Temsiliye'nin -ve elbette Mustafa Kemal'in- Nezaret'teki askeri kadroyu (ve Karakol'u) Türk ulusunun meşru temsilcilerinin, yani kendilerinin araçları olarak görmesinden kaynaklanmaktaydı. (…) Özellikle vilayet memurlarının tayini sorunu anlaşmazlıklara yol açtı. Nihayet, Fevzi Paşa liderliğindeki askeri kadro, daha uzlaşır olacağı umulan Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal'in yerini alması için bile uğraştı.”[18] 


İlber Ortaylı ise Fevzi Paşa’nın milli mücadeleye ilk başlardaki tavrı ve bu tavır sebebiyle bu dönemde Kemal Paşa’nın kendisini Anadolu Mücadelesinde rol vermek istememesi hakkında şöyle yazar: 

“Fevzi Paşa sıradan bir kumandan değildir, çok bilgilidir, belirgin ilkeleri vardır ve Oraya gelene kadar ismi duyulmuş başarılı bir askerdir. Maalesef Anadolu direnişinin başında bu hareketi mantıkî görmemiş, hatta yer yer karşı bile çıkmıştır. 

Bu tavrından dolayı kendisine karşı bir soğukluk olmuştur ama bir gün geldi ki bu insanlar artık İstanbul'da bir iş yapılamayacağını anlamışlardır. Fevzi Paşa da bunu geç ama nihayetinde anlayanlardandır. Kendisi 17 Nisan gecesi başlayan ve 25/26 Nisan 1920 gecesi biten yolculuğunun sonunda doğrudan Ali Fuat Paşa'nın Lefke'deki karargâhına gelmiş "Geç geldik biraz ama" demesi üzerine kendisine "Rica ederiz Paşam" diye cevap verilmiş ve telgraf başına geçilmiştir. Atatürk ilk anda gelmemesi yönünde fikir beyan etmiş ama Ali Fuat Paşa'nın ısrarı üzerine kendisine nazikâne bir telgrafla cevap verilmiştir.”[19] Lord Kinross da bahsi geçen konu hakkında şöyle yazar: 

“Önemli, ancak hâlâ biraz şüpheli bir varlık da Fevzi Paşa’ydı. Fevzi Paşa’nın kimden yana olduğu pek belli olmayan tutumu, isyan halindeki bölgelerde milli amacı gözden düşürmek için kullanılmaktaydı. Durum böyleyken ve hiç beklenilmediği halde, bir gün Fevzi Paşa, Ali Fuat Paşa’nın karagâhına çıkageldi. Yolculuğu gizli ve zor olmuştu. Ali Fuat’a, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur,” dedi.

Oturduktan sonra, “Biz de kavuştuk ama sanırım biraz geç oldu,” diye ekledi.

Ali Fuat Paşa, Fevzi Paşa’nın geldiğini, Mustafa Kemal’e telgrafla bildirdi. Fakat aldığı cevap şu oldu: “Fevzi Paşa’yı geldiği yere geri gönderin.” Bununla beraber birkaç karşılıklı telgraftan sonra, Mustafa Kemal, “Fevzi Paşa’yı hemen trenle Ankara’ya yollayın. Kendisine sezdirmeden peşine muhafız takın,” diye telledi.”[20]


Yani anlaşılabileceği üzere yıllar sonra Fevzi Paşa’nın olduğunu iddia ettiği planın özellikle son maddesi şüphe götürse de, bu dönemki Harbiye Nezareti’nin biraz çekimser de olsa Anadolu’da bir mücadele fikrini teşvik ve himaye ettiği açıktır. Sonuç olarak Milli Mücadelenin özellikle muharebe ve silahlı direniş kısmı askeri kadrolar tarafından planlanmış, onlar tarafından başlatılmıştır. [21] Fakat bu, Milli Mücadelenin salt olarak askerler tarafından yürütüldüğü anlamına kesinlikle gelmemektedir. Örneğin, 1. Mecliste, milletvekillerinin sadece yüzde 14,9’u askeri okul mezunuydu. Keza 1. Mecliste, milletvekillerinin yüzde 14,6’sının(bu oran içerisinde askeri doktorlar da dahil edilmiştir) vekillik görevinden önceki meslekleri askerlikti.[22]

Bu bağlamda Milli Mücadelenin sadece askerler tarafından yönetildiğini iddia etmek güçtür, hele ki söz konusu dönemde meclis hükümeti sistemi [Bu sistemin tasviri için bkz: 23] olduğu göz önünde tutulursa. Her ne kadar Milli Mücadelenin, muharebe kısmını kumandanlar yürütse de genel olarak bu dönemde George Harris’in dile getirdiği askeri zümrenin sivillerin üstünde olduğu ve anahtar rol oynadığı iddiasına hak vermek mümkün değildir.[24] Milli Mücadele, sadece askeri bir olgu değildi, tam tersine askeri kanatının yanında hukuksal, idari ve diplomatik bir içeriğe de haizdi. Nitekim bu bahsedilen alanlarda siviller bariz şekilde askerlerin üstündeydi. Egemenlik kayıtsız şartsız, Büyük Millet Meclisine tevdi edildiği ve meclis her şeyin üstünde olduğu için bu konularda son söz hakkı; sivillerin çoğunluğu oluşturduğu meclise aitti. 

Bülent Tanör bu durumu şöyle analiz eder: 


“Halkın, kendi özgücünden başka dayanacak bir güvencesi yoktur. Halkın yerel inisiyatifinden beslenen ve ulusal (Kemalist) önderliğin birleş­tiriciliğiyle yükselen mücadele, bu özelliklerinden dolayı daha ilk günlerinden itibaren YKİ(Yerel Kongre İktidarları) "demokrasi"yi de be­raberinde getirmiştir. Bunun doruk noktası TBMM'dir. Trakya kongrelerinden birinde bir temsilcinin, "Burada, Anadolu'daki gibi demokrasiyi tatbik etmeliyiz" şeklinde­ ki sözünü yeri gelmişken anayım.

İşte, "Savaş Demokrasisi" diye, Türkiye'nin o günkü somut koşullarında, savaşın antiemperyalist ve haklı nite­ liği ile, onun siyasal yapısı olan "demokrasi" arasında

örülen bağı ifade etmek istedim.

Savaş olayının demokrasiyle yürütülmesi, "milita­rizm"in olmadığını, sivil otoritenin gerek YKİ'lerde gerek­se TBMM'de askeri otoritenin kesinkes üstünde olduğunu da kanıtlar. Bu veriler, yeni "Türkiye Devleti"nin, günü­müzde bazılarının sandığı gibi "yukardan aşağı" değil, "aşağıdan yukarı" kurulduğunu gösterir. Bir şeyi daha açıklar: Yine bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi devletin ku­ruluşu "militarist" değil, sivil ve demokratik karakterlidir.”[25] 

Bu dönemde Kemal Paşa’nın esas olarak bir asker olarak, Meclis Başkanı sıfatıyla Ankara Hükümeti’nin başında olması, yeni kurulan rejimin sosyal tabanında ordunun oynadığı rolün bir kanıtı olarak değerlendirilebilir, fakat bu değerlendirme Tachau ve Heper’in, bu dönemdeki Ankara Hükümeti’nin Nordlinger’in askeri yönetim tipolojisindeki üçüncü modele(“ruler type”) tekabül ettiği teziyle [26] uyuşacağına katılmak son derece güçtür. Zira konvansiyonal bir meclis hükümeti sisteminin bulunduğu[27], meclis içinde fevkalade bir çoğulculuğun bulunduğu [28] ve kimi zaman başarısız olmaları durumuna meclis baskısıyla komutanların bile istifaya zorlandığı [29], hatta bir kere meclisteki yoğun muhalefet ve Refet Paşa ile tartışması sonucu Kemal Paşa’nın bile bir meclis oturumunda sinirlenip Meclis başkanlığından da Başkomutanlıktan da istifa ettiğini açıklaması [30] göz önünde bulundurulursa söz konusu rejimin Nordlinger’in 3. Kuramsal modeliyle apaçık bir tezat halinde bulunduğunu anlamak zor değildir. 

Hülasa ifade edilebilir ki, milli mücadelenin başlamasında, devam ettirilmesinde ve sonuçlanmasında askerler gayet önemli bir role sahip bulunmuşlardır, fakat bu tarihsel olayda tek başlarına değillerdir; tam tersine söz konusu dönemde askeri bir rejim kurulmamış ve çoğunluğunun sivillerden oluştuğu Millet Meclisi herkesin üstünde yer almış ve askeri liderleri bu meclis atamış veya görevden almıştır. Nitekim Kemal Karpat da şöyle yazar:

“Milli Mücadele, Büyük Millet Meclisi nezaretinde ve onun emriyle yürütüldüğü için sivil bir savunma hareketi olarak görülmelidir. (…) Milli Mücadele'yi başarıyla 

sonuç­landıran hareket askeridir; fakat başarıyı sağlayan, kabiliyet­li kumandanların emrindeki sivil halktır.”[31] 


Milli Mücadele’nin sonrasında şekillenmeye başlayan rejimin sosyal tabanını da oluşturacak olan; “Kemalist koalisyon”da askerler de diğer toplumsal zümrelerle beraber önemli bir rol almıştır. Feroz Ahmad şöyle yazar: 

“Kemalist rejim, Anadolu’nun Avrupalı güçler tarafından bölünmesine karşı direnen güçlerin bir ittifakı olarak doğmuştu. Bağımsızlık mücadele­ inin ötesinde, yeni rejimin niteliği konusunda bu güçler arasında çok faz­la fikir birliği yoktu. Koalisyon, asker ve sivil devlet memurlarından, bir ay­dın sınıfını meydana getiren yeni meslek sahiplerinden -hukukçular, gaze­teciler, öğretmenler-, tüccarlardan, işadamlarından, toprak ağaları ve kırsal kesimdeki eşraftan oluşuyordu. Başlangıçta işçiler bu koalisyon içinde bir grup konumu ve prestiji kazanmıştı; fakat 1923’ten sonra Kemalist rejim onlara daha az hoşgörülü davranmaya başladı. Bu gayr-i resmi ittifak yeni devleti ve CHP’yi kurdu ve yeni rejimin istikrarı, bu ittifakın devamına bağlı hale geldi."[32] 

Kurulan rejimde askerlerin, rejimin dayandığı sosyal tabanda önemli bir rol oynadığı bu bağlamda ifade edilebilir, Peki ama yine de kurulan rejimde silahlı kuvvetlerin pozisyonu tam olarak neydi? 

Öncelikle bu soruyu cevaplayabilmek için “ordu özerkliği”(kavramın aslı: Military autonomy)  kavramının tam olarak ne olduğunu anlamak gerekiyor. 

 Esas itibariyle “ordunun özerkliği” kavramını ikiye ayırmalıyız: yapısal özelliklere tekabül eden kurumsal özerklik ile siyasi hedefler ve bunun etkileriyle ilgili siyasi özerklik.[33] David Pion-Berlin, kurumsal özerkliği şu şekilde açıklar: 

“Kurumsal özerklik, ordunun mesleki bağımsızlığı ve münhasırlığı(exclusivity)

anlamına gelir. Ordu, kendi mesleki gelişiminin çıkarları doğrultusunda, kendisini sıradan kurumlardan ayıran bir "organik birlik ve bilinç duygusu"nu koruyarak kurumsal özerkliğini ileri sürer. Silahlı kuvvetlerin şiddet yönetiminde uzman olarak özel statüleri, seçmeli alım yapmaları, titiz eğitimleri, hiyerarşileri ve davranış kuralları onları kendi alanlarının dışındakilerden ayırır.“[34] bu kurumsal özerklik, mülkler defansif amaçlı bir hedefi somutlaştırır: Ordu, temel mesleki işlevlerini yabancıların istenmeyen müdahalelerine karşı korur.[35] Öte yandan askeri siyasi özerklik, ordunun sivil kontrole karşı isteksizliği ve hatta meydan okuması anlamına gelmektedir. Devletin bir parçası olmakla birlikte, ordu genellikle hükümetin anayasal otoritesinin üzerindeymiş gibi hareket eder. Siyasi özerklik derecesi, ordunun sivillerin siyasi ayrıcalıklarını ellerinden alma ve bunları kendisi için talep etme kararlılığının bir ölçüsüdür.[36] İşte militaristik rejimleri ayıran nokta da bu’dur. Ordunun kurumsal özerkliğe sahip olması, çoğulcu demokratik ülkelerde son derece normal bir olgu olarak değerlendirilir[37] fakat ordunun ayrı bir politik özerkliğe sahip olması ise militarist ve askeri rejimlere özgü bir durumdur. Nitekim, yukarıda ifade edilen Nordlinger’in askeri rejim tipolojisindeki üç kuramsal modelde de değişen derecelerde olmakla beraber politik özerklik mevcuttur. Aynı şekilde Berlin’e göre bir ordunun politik özerkliğe sahip olması, onun siyasal rejim üzerindeki dominantlığını  ve hegemonyasını göstermektedir[38] ve bu da Marek Thee’nin yukarıda ifade edilen siyasal açıdan kavramsallaştırdığı “militarizm” olgusuyla eşleşmektedir. Sonuç olarak ifade edilebilir ki, siyasal bazda militarizmin değerlendirilmesi için belirleyici faktörlerden birisi ordunun siyasi özerkliğidir. 


1922’deki askeri takiben elde edilen Lozan’daki zafer sonrası, Kurtuluş Savaşı’nda düşman taaruzlarını püskürten Türk ordusunun saygınlığı kelimenin tam anlamıyla zirvedeydi. Özellikle Lozan Antlaşmasını takiben Türk siyasetinin gündemini meşgul eden temel husus, yeni rejimin ne tip bir yönetim kuracağı, nasıl yapılanacağı, Osmanoğullarının yeni rejimde ne gibi bir role sahip olacağıydı.[39] Bu dönemdeki tartışmaları ve bunların getirdiği belirsizlikleri yıllar sonra İsmet Paşa şu sözlerle anlatır: “1923… Cumhuriyet ve Hanedan, hangisi diğerini yiyecek belli değil.”[40]

Bu husus bağlamında Muzaffer Silahlı Kuvvetlerin yeni rejimde ne gibi bir role sahip olacağı da bir tartışma konusuydu. Feroz Ahmad bu durum karşısında Kemal Paşa’nın tavrını şöyle özetler: 

“Pratikte, Kemalistler için askeri bir diktatörlük kurmaktan daha kolay bir şey yoktu. Milli mücadelede can alıcı bir rol oynayan ordunun itibarı büyüktü. Eğer Kemal Paşa o yolu tutmak isteseydi, orduyu iktidarı ele geçirmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktu. Ama O, bu kolay yolu reddetti ve aktif siyasette yer almak isteyen subayların görevlerinden istifa etmelerini sağlayarak orduya siyasetin dışında tutmakta ısrar etti.”[41] 


Öncelikle 19 Aralık 1923’te meclis, askerin siyasete karışmasını sona erdiren bir yasayı oylarak kabul etti. [42] Bu yasaya göre aktif askeri görevi olan hiçbir asker artık siyasete karışamayacaktı. Daha önce seçimle gelmiş olan askerler, dönem sonuna kadar milletvekilliği görevlerine devam edeceklerdi, fakat Meclis tartışmalarına katılmayacaklardı. Andrew Mango, bu yasanın sonuçlarını şu şekilde tasvir eder:


“Bu yasa maddesi Karabekir ile Ali Fuat'ı etkilerken, Trakya'daki komutanlığı  Ekiminde sona erdirilmiş olan Refet'i kapsamamaktaydı. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte başkumandanlık makamını bırakmış olan Mustafa Kemal de etkilenmiyordu. Başvekil İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Kazım (Özalp) ve Mustafa Kemal'in ekibinden birkaç kişi daha aynı konumdaydı. Hâlâ ordudan ayrılmamışlardı ama komutanlık görevleri bulunmadığı için parlamentoda faaliyet gösterebiliyorlardı.“[43]


1924 Mart’ında , Erkânıharbiye-i Umumiye Vekilliği kaldırılmak, Erkânıharbiye Reisi kabineden çıkarılmasıyla daordu siyasetten tam anlamıyla ayrılıyordu.[44] Bu sırada, 1 Mart 1924 tarihli Meclis açılış konuşmasında Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu: “Sayın üyeler, ülkenin genel yaşamında ordunun siyasetten soyutlanması, Cumhuriyetin her zaman göz önünde tuttuğu bir temel ilkedir.”[45] 


Aynı şekilde Mustafa Kemal 30 Ekim 1924’te Meclis üyesi olan 6 komutana, şu telegrafı çekerek, meclis üyeliğinden istifa etmelerini istedi:


“Bana olan güven ve sevginize dayanarak, gördüğüm ciddi lüzum üzerine, milletvekilliğinden istifa ettiğinizi bildiren bir yazıyı telgrafla hemen Meclis Başkanlığı'na bildirmenizi teklif ediyorum. Birinci derecede önemli olan askerlik görevinize bütün varlığınızla kayıtsız şartsız bağlanmak istediğinizi gerekçe olarak belirtmeniz yerinde olur."[46]


Bu kararın arkasında iki temel saiğin olduğunu ifade etmek doğru olabilir. Birinci olarak ordu-siyaset ayrılığı, sonradan Atatürk’ün düşüncelerini ele alırken de göreceğimiz gibi gençlik yıllarından beri benimsediği bir olguydu. İkinci saik ise bu dönemde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası(TCF) etrafında ifadesini bulan muhalefetin orduyu etkilemesini engellemekti.[47] Feroz Ahmad’ın işaret ettiği gibi, TCF ve muhalefetteki ordu faktörü, CHF’den daha güçlüydü.[48] 

Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya geçip, Milli Mücadeleyi örgütleyen ilk 5 Paşa’nın veya Cemal Kutay’ın tabiriyle “İlk 5’ler”[49], dördünü teşkil eden; Kazım Paşa, Rauf Orbay, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, TCF’nin yönetimindeydi. Bunun yanı sıra Cumhuriyetin ilanından önce Fevzi Paşa’nın dahi Kemal Paşa’nın güçlenmesinden ürktüğü ve TCF’nın müstakbel yöneticileri olacak paşalarla üstü örtük bir işbirliğine giriştiği dahi bilinen olgulardır. İsmet İnönü bu olayı yıllar sonra şöyle aktarır:

“Cumhuriyetin ilanından önce Atatürk'ün güçlenmesinden ve sık sık ifade ettiği fikirlerden ürkülmeye başlandı. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele vb. aralarında konuşmuşlar, kendisini başıboş ve tek başına hâkim bırakmamanın yollarını aramışlar. Durumu Fevzi Çakmakla da konuşmuşlar; o da kabul etmiş: "Gider ben Atatürk'e söylerim," demiş. Çakmak, sonradan benimle de görüşmeyi, beni de içlerine almayı düşünmüş. Bana geldi; endişelerini anlattı: "Beraber olalım; sen de muvafakat et, ben gider, Atatürk'e söylerim" dedi. Kendisine: "Olmaz," dedim; kabul etmedim. Hem onlarla mutabık değildim hem de onların endişe duyduklarından ben endişe duymuyordum. Üstelik Atatürk'le beraber düşünüyordum. Ben reddedince Fevzi Çakmak’da vazgeçti.”[50]


Atatürk de çeşitli vesilelerle Fevzi Paşa’ya nispeten şüpheci yaklaşıyordu. Hatta bu yüzden Fevzi Paşa istifa etmeyi bile düşünmüştü. İsmet İnönü bu olayı şöyle aktarır: 

“Bu olaydan yıllar sonra Atatürk ordunun Fevzi Çakmak etrafında birleştiğini, kendisine karşı bir hareket hazırlandığını duymuş. Beni çağırdı: "Duydun mu onun yaptıklarını. Kendisini içine girdiği çıkmazdan çıkarıp aldık. Bugünkü yerine getirdik. Şimdi neler karıştırıyor" dedi. "İnanma, doğru değildir" dedim, ikna etmeye çalıştım. Ama bir gün Atatürk konuşma arasında bir imada bulunmuş, Çakmak bana geldi: "Benden şüpheleniyor. Bu durumda vazife görülemez. En iyisi benim ayrılmam. Konya'ya gider otururum. Orada ölünceye kadar bir şeye karışmam" dedi. Kendisine işi büyüttüğünü söyledim, yatıştırmak istedim. Çakmak, gerçekten üzgündü ve samimiydi. Atatürk o zamanlar, en kritik anlarda bile, ölçülü idi. Kendisi de, Çakmak'taki üzüntüyü görünce, işin peşini bıraktı.”[51]

Yani Kemalist elitin, orduyu siyasetten ayırmak için bu bağlamda da yeterli teşviki vardı, zira muhalefetin ordu üzerindeki olası tesirleri imkan dahilinde görülüyordu.  Fevzi Paşa’dan dahi bazen şüphe edilmişti.(ileride göreceğimiz gibi esasen bunda haklılık payı az da olsa vardı, zira Fevzi Paşa dünya görüşü bakımından Kemalist rejimden ayrıldığı noktalar mevcuttu.)  Velhasılkelam, Erkan-ı Harbiye-i Umumi Vekaletinin kaldırılmasıyla, Genelkurmay bir başkanlığa dönüştürüldü ve doğrudan Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu kılındı. Böylece ordu esasen sivil bir makamın altına alınmış ve ona bağlanmış olunuyordu. 


Burada tabi 3 Mart 1924’te alınan ordu-siyaset ayrılığının arkasındaki yukarıda vurgulanan iki temel amaç dışında, vurgulanması gereken bir husus daha vardır: “profesyonellik”. James Brown bu konuda şöyle yazar:

“Atatürk, gerçek profesyonelliğe ulaşmak için subayların siyasetten çekilmesi gerektiğini öğütledi.“[52] Esasen buradan Brown’ın profesyonallikten kastı, ordunun kendi içinde, sadece eğitildiği askeri görevleri inkişaf ettirmesi, bunu yaparken nispeten özerk olması fakat aynı şekilde kendi askeri görevleri dışında da başka konulara müdahil olmamasıdır. İşte bu tam olarak yukarıda açıkladığım, “kurumsal özerklik” olgusuna tekabül etmekteydi. Kemalist dönemde ordunun kurumsal bir özerkliği mevcut olmakla beraber, militarist rejimler için belirleyici olan bir “siyasi özerkliği”nin olduğunu iddia etmek son derece güçtür. 


Öncelikle siyasal bir özerkliğin olup olmadığını anlamak için rejimin iktisadi kaynakların ve imkanların dağıtımında orduya karşı tavrını ele almamız, yani ordunun bu dönemdeki iktisadi durumunu gösteren araç-gereç ve donanımını ifade etmek zaruridir. Zira Militarist veya Askeri rejimde ordunun siyasal bir özerkliğe sahip olacağı için, kaynak dağıtımında kendi payına düşeni, gerekirse baskı yoluyla; taleplerine göre şekillendirmesi gayet olasıdır. Nitekim Thee’nin tanımında da militarizm, kısaca ordunun sivil işlerdeki hegemonyasıydı.(bkz: Kaynak 6) 

Militarizmin aynı şekilde bir politik-ekonomik çerçevede kaynakların orduya öncelik verecek şekilde tahsis edilmesi, askeri harcamaların öncelikli tutulması prensipine sahip olduğu; bu hususta gözardı edilmemelidir.[53]

Bu bağlamda ordunun bu dönemdeki donanımını incelemek sadece ordunun siyasi bir özerkliğe sahip olup olmadığının dışında, rejimin gözünde ordunun kıymetini ve önceliğini de gösterecektir. Micheal Mann’ın militarizm tanımı bağlamında ifade edebiliriz ki militarizm aynı zamanda askeri değerleri ve askeri meseleleri diğer her şeyin üzerinde görmek ve savaşı istenilen bir sosyal olay olarak değerlendirmekti. Bu sebepten dolayı, militarist bir yönetim, kamu kaynaklarını tahsis ederken ordunun taleplerine öncelik verecek ve ordunun donanımını her şeyin üzerinde tutacaktır, veya söz konusu militarist rejimde ordu kendi taleplerini elde edecek siyasi özerkliğe sahip olacağından, isteklerinin yerine getirilmesini sağlayacaktır. 


Öncelikle bu dönemdeki ordunun donanımını ele alırken salt olarak bütçe dağılımındaki büyük payına[54] bakmak yanıltıcı olabilir, zira bu dönemde ordu; askeri işlevinin yanı sıra çağdaşlaştırıcı bir misyona da sahipti. İşte “Ordu bir halk mektebidir.” söylemini de tam olarak bu bağlamda yorumlamak gerekir.[55]

Ordu, genç erkeklerin okuma yazma öğrendikleri, çağdaş değerlerle ilk kez tanıştıkları bir yerdi. İşte “Dolayısıyla bu dönemde ordunun donanımına ve silahlanma koşullarına bakmak, bize rejimin silahlanma politikasının boyutları hakkında daha net bir ipucu verecektir.


Selim Deringil şöyle yazar:

“Frey, 1930'larda Türkiye'de savunma bakanının artık "bakanlar piramidinin" en üstünde yer almadığını ve burasının içişleri bakanına geçtiğini kaydeder. Dolayısıyla askeri çağdaşlaşma (her ne kadar bütçeye yük olan büyük sayıda asker silah altında tutulsa da) birincil önemi olan bir konu teşkil etmiyordu.”[56] 1930’lardan itibaren dünyanın yeni bir savaşa sürükleneceği kanaatinin güçlenmesiyle beraber savunmaya ve orduya daha fazla önem verilmişti ama yine de Türk ordusu donanım açısından çok yetersizdi. Öyle ki dönemin İngiliz Büyükelçisi 1937’de yıllık raporunda silahlanma ve savunma harcamalarının aşırı yetersiz olduğuna dikkat çeker. Büyükelçi Sir Percy Loraine raporunda örneğin şöyle yazar: “Silahlanma politikası sürüyor ama tamamlanmaktan çok uzaktır…”[57]  Raporda Türk ordusunun aşırı az derece mekanize birliklere sahip olduğuna da dikkat çekiliyordu.[58] Şevket Süreyya Aydemir ise Türk ordusunun motorize ulaştırma kolunun köhne ve aşırı yetersiz olduğuna bu yüzden çoğunlukla ordunun ulaşımı çekim ve binek hayvanlarıyla sağladığına değinir.[59] Bu dönemde İngiltere’de yayımlanan resmi bir askeri dergi de Aydemir’in dediklerini doğrulayacak surette Türk ordusunun “yaya olarak atlar ve katırlarla çekilen levazım arabalarının eşliğinde yol aldığını..” belirtir. 2. Dünya savaşı’nın arifesinde türk ordusunun piyade tüfeklerinin neredeyse tamamı Birinci dünya Savaşından kalmaydı.[60] Öyle ki 1940 gibi bir tarihte bile İngiliz Büyükelçiliği, Londra’ya yolladığı mesajında şöyle demekteydi: “Türk ordusunun ciddi bir piyade tüfeği açığı vardır ve bunlardan 150.000 adet temşn etmemizi istediler.”[61]  Dönemin Türk Deniz Kuvvetlerinin durumu ise bu dönemki İngiliz Deniz Ateşesi tarafından yazılan 1937 tarihli raporda “hazin” sıfatı ile tanımlanmıştı”[62] Deniz Ateşesi 1937 tarihli raporunda şöyle yazıyordu: 

“Çağdaş deniz kuvvetlerinin en küçükleriyle kıyaslandığında bile (türk) donanmasının durumu tatmin edici olmaktan uzaktır.”[63] 1930 yılında Türk Hava Kuvvetlerini teftiş eden İngiliz danışmanlar da Hava Kuvvetlerinin yetersizliğine dikkat çekmişti.[64] 

 2. Dünya savaşı dönemnde İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş Hilmi Uran’sa anılarında 1940 yılında Türk ordusunun zayıflığını şöyle aktarır: 

“"Zannederim, harb içinde hiçbir vakit tam manâsıyla ve gönül rahatlığı ile kendimizi harbe hazır hissetmedik. Meselâ, ilkin Çakmak Hattı adını verdiğimiz ve tâ Kırklareli'nden ve Edirne'den geçerek, harbi hudutta karşılayacak olan geniş bir müdafaa sistemi tesis ve kabul ettik. Sonra, buna takâtimizin yetmeyeceğini anlayarak, müdafaa hattını Çatalca dar sahasına kadar çektik. Daha sonra Rumeli'nin ve hattâ Istanbul'un müdâfaa edilemeyeceği telkini ile, harbi Boğazlar'ın Anadolu yakasında kabul etmeyi düşündük. Bunun için de, Balıkesir'den Çanakkale Boğazı'nı olduğu gibi, İzmit'in gerisinde de kuvvetli bir birlik tahşit ederek, Şile ve Kandıra sâhillerini de kontrol altında tuttuk."[65] 

1930’ların sonunda Genelkurmay İsithbarat Dairesinde görevli olan ve gelecekte Orgeneral rütbesine sahip olacak Haydar Sükan ise bu dönemki Türk Ordusunun durumunu şöyle ifade eder: 

"Aslında bir deri, bir kemikten oluşan canlı varlıklar görünümündeki bu Ordu, hareket ve manevra niteliğinden yoksun bulunuyordu. Silâh, araç ve gereçleri, yok denecek derecede az ve modern savaşın gerisinin çok gerisinde kalmış eski tiplerden müteşekkil idi. Örneğin, piyâdelerin piyade tüfekleri 1898 modeli Mavser (Mauser) idi. Ordu, bütünüyle bir silâh müzesi hâlindeydi. Ordunun büyük kısmı Trakya'da idi. Buradaki kuvvetlerin lojistik destek durumlarının beslenme konusunda ne kadar kötü olduğunu şu iki örnek kanıtlayabilir: Birincisi, yiyecek ve hayvan yemi kıtlığından atların ve katırların birbirlerinin kuyruklarını yemeye çalıştıkları... İkincisi, 1943 yılında Çekmeceler bölgesinde yapılan askerî bir manevrada, Kolordu ikmâl yollarını at arabaları ve deve kolları teşkil etmekte idi."[66] Bu dönemde orduda subay olarak görev yapan Dündar Seyhan ise hatıratlarında durumun vehametini şöyle aktarır: 

“Harbin teknik ve taktiğinde yeni bir çığır açılmıştı. Biz henüz Birinci Dünya Savaşı'nın kâidelerini öğrenmeye çalışıyorduk. Elimizdeki silâhlar o devirden kalma, teknik o devrin tekniği, taktik öylesine... Kafalara dank ediyor hâlimiz... (...) Daha o günkü dar görüşümüzle, Türk Ordusu'nun başındaki Mareşalin, yıllarca nasıl büyük bir gaflet içinde, Türk Silâhlı Kuvvetleri'ni, Milli Mücâdele'yi yaptığı zamandan da daha ihmâl edilmiş bir durumda bıraktığını idrak etmemeye imkân yoktu. (...) 1940 yılında Türk Ordusu'nun perişân hâli de açık bir gerçekti. Yapılacak iş [bir şey] yoktu. Elde ne varsa, onunla idare edecektik.”[67] 

Tüm bu alıntılardan ve raporlardan anlayabiliriz ki Türk Silahlı Kuvvetleri özellikle donanım açısından bir hayli ilkel durumdaydı. Orgeneral Haydar Sükan’ın da tabiriyle ordu “bütünüyle bir silah müzesi”ydi. Bu olgudan çıkarılacak sonuç şu’dur ki, silahlanma politikası ve ordunun çıkarları, rejimi kuranların gözünde ikinci planda kalmıştı. Herhangi yekpare bir silahlanma politikası güdülmemiş, rejimin ekonomik kaynaklarının dağıtımında orduya öncelik verilmemiş ve silahlı kuvvetler nispeten ihmal edilmişti. Bu dönemki askerlerin de durumdan belli olacağı üzere kendi çıkarlarını inkişaf ettirecek ve kaynak dağıtımına tesir edecek yeterli bir politik özerklikleri yoktu. 


Ayrıyeten bu dönemde Silahlı Kuvvetlerin herhangi bir politik özerkliğe haiz olmadıklarının bir diğer kanıtı ise dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın rejim ile olan ilişkisinde bulunabilir. George Harris şöyle yazar: “Çakmak, (..) devrimciliğin tam olarak antiteziydi. Son derece hayal gücünden yoksundu, hırslı ve azimli Atatürk için olası bir engeldi. Aslında, son derece muhafazakardı, yeni fikirleri kabul etmekte yavaştı ve İslami inancına içtenlikle bağlıydı. Sonunda, Kemalist reformları anlayıp anlamadığı bile sorgulanabilirdi.”[68] 

Falih Rıfkı Atay ise şöyle yazar: “Fevzi Çakmak devletin ve görevinin adamı idi. Muhafazakârdi: Devrimlerden hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır.”[69] Fevzi Paşa devrimleri içselleştirmemekle birlikte, İlber Ortaylı’nın tabiriyle “hikmet-i hürmet kabilinden” takip etmiştir.[70] Bunun dışında Fevzi Çakmak, kürt meselesinde de rejime kıyasla daha katı bir tutum takınmış ve hatta “Ne okulu? Biz cahiliyle başa çıkamıyoruz, okumuşuyla hiç halleşemeyiz.”[71]  diyerek kürtlerin okutulmasına karşı çıkmıştır. Fakat ifade edilmeli ki Fevzi Paşa’nın bu önerileri rejimin kürt politikasına fazla tesir etmemiş[72] ve Atatürk Kürt sorununu etnisist bir bağlamda ele almaya yanaşmamıştır.[73] Şu da ifade edilmeye değer ki Fevzi Paşa, özellikle 2. Dünya savaşı yıllarında, Almanya yanlısı bir tutum izliyordu[74]  fakat bu dönemin diplomasisinin veya devlet politikalarının şekillenmesinde de Mareşel’in büyük bir etkisi yoktu.[75] Bu bağlamda, Fevzi Paşa her ne kadar rejime sadık kalsa da birçok örnekte görüleceği gibi birçok temel konularda rejimin resmi görüşünden ayrılan düşüncelere sahip olduğu ifade edilebilir. Fevzi Paşa, bu hususlarda farklı düşünmesine rağmen, düşüncelerini rejimin resmi düşünceleri arasına sokamayışı, hatta rejimin düşüncelerinin zıttını tatbik edişini veto edemeyişi; bu dönemde Silahlı kuvvetlerin politik bir özerkliğe sahip olmadığını ve siyasal iktidarın eylemleri üstünde o kadar büyük tesiri olmadığını gösteren kanıtlardan birisi olarak değerlendirilebilir. 


Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri bu dönemde CHF programlarında da siyaset üstü olarak değerlendirilmiş,[76] anayasal olarak ise sivil otoriteye bağlanmıştır.[77] Hatta Feroz Ahmad şöyle yazar: “Kemalistlerin, devlet işlerine ordunun müdahalesi konusundaki hassasiyetleri öyleydi ki, faal görevde olan bir askere oy hakkkı bile tanımıyorlardı.”[78] Yani tüm bu olgular göz önünde tutulduğunda ifade edilebilir ki bu dönemde ordunun, sivil idare üzerinde ne bir hegemonyası ne de bir üstünlüğü mevcuttu. Bu bağlamda Mann veya Thee’nin tanımından hareket ederek bu dönem ki rejimin militarizmle pek bir alakası olmadığı rahatlıkla dile getirilebilir. Fakat esasen bir asker olan ve rejimin merkezini teşkil eden Mustafa Kemal Paşa’nın bu mesele hakkkında düşüncelerini hesaba katmayan bir analiz, şüphesiz ki eksik kalacaktır. 


Öncelikle militarizmin tanımını bir kere daha hatırlatmakta fayda görmekteyim. Sosyal açıdan militarizm; Askerî meseleleri diğer bütün konulardan öncelikli görmek, savaşı ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir sosyal bir aktivite olarak kabul etmektir. Siyasal açıdansa; sürekli bir askeri seferberlik halinin sürdüğü, ordunun etkisinin gerek içsiyasette ve siyasal rejim üzerinde gerek dış ilişkilerde arttığı, şiddet kullanımının; siyasal gücü ve onun egemenliğini pekiştirmek için istenilen bir enstrüman olarak değerlendirildiği, ordunun sivil işlerde hegemon olduğu bir paradigma olarak değerlendirilebilir. Kemal Paşa’nın düşüncelerinde bir militarizm olgusunun olup olmadığını analiz ederken, sanıyorum ki bu tanımlar bağlamında iki adet soru cevaplandırılmalıdır. Bu sorular: “Atatürk, savaşı ve savaş hazırlığını istenilen bir sosyal olgu olarak gördü mü?” Ve “Atatürk, orduya dair işleri her şeyin üstünde ve hegemon bir olgu olarak tüm sivil işlerin üzerinde gördü mü?”


İlk soruyu cevplamak son derece basittir. Mustafa Kemal Paşa 7 Mayıs 1923 tarihli World News adlı bir gazetenin muhabiri ile yapmış olduğu bir röportajda şöyle konuşur:

"Harpçi değilim. Harp, ancak hayati şeyler için yapılmalıdır. Milletimi savaşmaya sevk ettiğimden dolayı hiçbir vicdan azabı hissetmiyorum. 'Sizi mahvedeceğiz!' dediler; 'Ölmeyeceğiz!' cevabını veriyoruz.”[79]

Atatürk bu sözden anlaşıldığı üzera açıkça savaşı istenilen bir sosyal olgu olarak görmediğini ifade etmektedir. Bunun dışında, 16 Mart 1923’de Adana’da çiftçilerle söyleşisinde Kemal Paşa şöyle konuşur: 

“Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayati tehlikeye maruz kalmadıkça harp bir cinayettir.”[80]

Aynı şekilde Atatürk elyazmalarında şöyle yazar: 

“Harbe, yalnız ve ancak milletin hayat ve istiklali ve memleketin korunması, yalnız bu necip ve yüksek menfaatler uğrunda katlanılır.”[81]


Lozan Barış görüşmelerinin kesildiği bir sırada Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu:

“Eğer biz harp ettiysek bu, harp etmiş olmak için değil, fakat hayatımızı ve hayat araçlarımızı kurtarmak içindi. Ve bunun için mecbur idik, mecburuz ve mecbur ederlerse devam ederiz.” [82]


Kemal Paşa’nın farklı yerlerde ve çeşitli vesilelerde sarf ettiği bu ifadelerden çıkarılabilir ki, savaş ona göre bir “son çare” niteliğine haizdir; ancak milletin hayatı tehlikede olduğunda başvurulacak bir son seçenektir. Nitekim Kemal Paşa, savaşa girmek için sebeplerin “hakikaten büyük ve kuvveti” olması gerektiğine dikkat çeker.[83] Buradan çıkarılacak sonuç zanımca ortadadır: “harpçi” değilim diyip, milletin yaşamı için hayati bir mevzu yoksa, harp cinayettir diyen bir şahsiyetin, militarist bir dünya görüşüne sahip olduğunu iddia etmek; son derece mantıksızdır. 


İkinci soruya gelirsek, Atatürk: “Harp idaresiyle siyaset ve siyaset ile harp idaresi, bunların ikisi birdir. Siyaset dediğimiz zaman, yalnız dış siyaseti düşünmüyoruz. Bundan başka iç siyaseti, iktisadi siyaseti de düşünüyoruz. Her türlü siyaset sahnesi Millet Meclisidir. Her türlü siyasetin uygulama ve icra vasıtası hükûmettir.”[84] diyerek, Harp ile siyaset idaresinin birbirinden ayrılamayacağı ve bunların da Büyük Millet Meclis’ine bağlı oldunu ifade eder. Bu anlamda, meclis orduya değil; ordu meclise tabii olma durumundadır. Hatay krizi dönemlerinde, sınır bölgesine gidecek olan Dahiliye vekili Şükrü Kaya’ya Atatürk şu talimatı verir: “Güney vilayetlerine gideceksin. Ama göstereceksin ki bu memleket, siviller tarafından idare edilir.”[85] Nitekim yukarıda da gördük ki bu dönemde kaynak dağıtımında ordu öncelikli bir yere sahip değildi ve anayasal olarak Cumhurbaşkanlığının altındaydı. İfade edildiği gibi bu dönemde ordu ile siyaset ayrılmış, ordu sivil idareye bağlanmıştı. Yukarıda bahsedildiği gibi bunun muhalefetin olası tesirlerini ekarte etmek gibi bir amacı olsa da, bu prensip esasen Kemal Paşa’nın gençlik yıllarından beri savunduğu bir olguydu. 22 Eylül 1909’da Selanik’de toplanan İkinci İttihat ve Terakki Cemiyeti Kongresinde Mustafa Kemal şöyle konuşur: 

"Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız, hem de ordumuz olmayacaktır. Mensuplarının pek çoğu cemiyet azası olan III. Ordu, günün manasıyla modern bir ordu sayılmaz. Orduya dayanan cemiyet de, millet bünyesinde kök salamamaktadır. Bunun için bir an evvel, cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Bundan sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının, herhangi siyasi bir cemiyete girmelerine mani olmak için kanuni hükümler koyalım."[86] Bu dönemde Mustafa Kemal “Ordu hemen politikadan çekilmelidir. Bu yapılmazsa ordu bir kuvvet olmaktan çıkar” demek suretiyle ordu-siyaset ayrılığı üzerinde ısrar ediyordu.[87] Mustafa Kemal’in bu sözleri ve düşünceleri, İttihatçılar tarafından son derece büyük bir tepkiyle karşılanır. İttihatçı çevreler, Mustafa Kemal’i “mürteci”(gerici) olmakla suçlar.[88]  Hatta Mustafa Kemal’in bu muhalefeti sebebiyle, Enver, Yüzbaşı Hafız Hakkı’ya şöyle demiştir: “Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor. Buna bir çare bulalım.”[89]  

Bu çareden kasıt sanırsam bu dönemde Mustafa Kemal’e İttihatçı fedailer tarafından düzenlenmeye çalışılan suikastlerdir. Örneğin yıllar sonra Halil Kut, Kemal Paşa’ya karşı böyle bir suikast görevi aldığını, Kemal Paşa’nın yüzüne karşı ifade edebilmişti.[90] Mustafa Kemal de 29 Temmuz 1912 tarihli arkadaşı Behiç Erkin’e yazdığı mektupta, 2 sene önce asker-siyaset ayrılığını savunduğu için İttihatçılar tarafından idama mahkum edildiğini yazar.[91]

Bunun dışında Mustafa Kemal’e karşı İTC tarafından birçok farklı suikast girişimi tertip edilmiş fakat başarıya ulaşamamıştır. Andrew Mango’ya göreyse bu suikast tertipleri sonradan uydurulmuş veya bu dönemde  Mustafa Kemal tarafından yanlış anlaşılmıştır. Mango şöyle yazar: ”herhalde o tarihte ateşli duygular yaşanmış, tehditler savrulmuştu ve Mustafa Kemal de bunları ciddiye almıştı”[93] İttihatçıların Mustafa Kemal’e karşı bu husustaki öfkelerinin sebebi ise esasen Hikmet Özdemir’in şu yazdıklarıyla açıklanabilir : “Bir kısım genç subay İttihat ve Terakki üyesidir ve bunlar 1908 Inkılabı öncesinde ve sonrasında değerli hizmetlerde bulunmuştur. Bu yüzden ülke çapında şöhret ve itibar sahibi olmuşlardır. Bu subayların siyasi işlere karışmaları onları orduda yüksek rütbeli makam sahiplerinden daha etkin konuma getirmiştir. Ve bu güçleri yardımıyla askerlik mesleğinde de hızla yükselmişlerdir.”[94]  Yani ordunun siyasetten ayrılması demek, bu yükselişte olan bahsi geçen genç ittihatçı subayların etkin konumlarını baltalayacaktı, bu sebepten dolayı da bu genç subaylar ordu ile siyaset ayrılığına şiddetle karşı çıkmışlardı. Yıllar sonra, Atatürk İnönü’ye ise şöyle der:

“İttihat ve Terakki ihtilalinin başında bulunanlar ve sonra hükümete geçenler bizim yakın arkadaşlarımızdı. Biz ilk safhada bunlarla beraberdik. İhtilal olduktan sonra karşılarına çıktık, ordu bu işe karışmasın, daha doğrusu biz ordu olarak siyasete karışmayalım dedik ve bu fikir etrafında kendileri ile mücadele ettik. Anlaşamayarak ayrıldık. Siyasetten biz çekildik ve muharebelerde vazife aldık.”[95]


Tüm bu olgulardan anlaşılacağı üzere Atatürk, ordu-siyaset ayrılığı prensipini gençlik yıllarından itibaren benimsemişti. Aynı şekilde gerek anayasal bağlamda, gerek siyasi bağlamda Atatürk çok açık surette Türkiye’nin sivil bir rejim olduğunu vurgulamış ve ordunun sivil işler üzerindeki hegemonyasını reddetmiştir. Nitekim bu olgu yukarıda aktarılan, Atatürk’ün Şükrü Kaya’ya verdiği: “(…) göstereceksin ki bu memleket, siviller tarafından idare edilir.”[96]  talimatından da anlaşılabilir. Bu bağlamda ifade edilebilir ki; Atatürk’ün düşünce dünyası ve tasavvurunda militarist eğilimlerin mevcut olduğu tezleri, son derece yanlıştır. Bu dönemde şiddet kullanımı olmasına rağmen[97] bunun son derece sınırlı kaldığı[98], dışsiyasette de yayılmacılık karşıtı bir politika izlendiği, bu dönemki revizyonist devletlerin karşısında Fransa ve İngiltere ile işbirliğinin sürdürülmesi de tabiki göz önünde tutulmalıdır.[99]


Bir rejimdeki militarizm olgusunun varlığını analiz eden bir makale, militarist değerlerin eğitimde, yani gelecekteki yurttaşların zihniyetlerini şekillendirmede oynadıkları rolü veya mevcudiyetlerini ele almazsa, zanımca eksik kalacaktır. Militarist değerlerin eğitimdeki rollerinin analizi için, doğal olarak ilk bu dönemki kemalist eğitim sisteminin ve Atatürk’ün eğitim üzerine düşüncelerinin ifade edilmesi zaruridir. Şüphesiz ki Atatürk’ün nezdinde eğitim fevkalade bir öneme sahipti. Öyle ki, şöyle bile demişti:

“Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Milli Eğitim Bakanlığını almak isterdim.”[100] Mustafa Kemal Paşa henüz Kurtuluş Savaşı sırasında yeni Türkiye’deki milli eğitimin Osmanlı döneminden bir hayli olacağı sinyallerini vermekteydi. [101] Esasen Cumhuriyetin eğitim politikasının amacı, yeni ,rasyonalite ve pozitivizmi baz alan kültürü, yeni Türkiye'nin temeli yapmaktı.[102] Yani, rasyonal, seküler ve topluma faydalı olacak, muasır medeniyetlerin bir parçası olacak nitelikte özgür ve demokratik bireylerin yetişmesi, bu eğitim sisteminin temelini teşkil etmekteydi. İsmet Paşa 1925’te Muallimler Birliği toplantısında, öğretmenlere hitabında Tehvid-i Tedrisat’ı anlatırken, şöyle konuşur: “Ve gördük ki bütün ileri dünyanın yolu aynıdır. Uygarlığı yakalayanlar hep bu yoldan yürümüşlerdir.”[103] İsmet Paşa, bu konuşmayla esas olarak eğitimde olarak takip edilen yolun uygarlığı yakalayanların izlediği yol olduğunu ifade etmekte, bu bağlamda Kemalist eğitimin temel ereğini artiküle etmektedir. Atatürk ise, 1 Kasım 1937 tarihli konuşmasında Milli Eğitim Bakanlığının temel amacını, uygar bir ulus olmak için Türk milletinin varlığını yükseltmek olarak ifade eder.[104] 

Hasan Ali Yücel de “Cumhuriyet Maarifi’nin Temel Prensipleri” adlı makalesinde, maarif teşkilatının temel hedefinin öğrencilere batı medeniyetinin temel vasıflarını kazandırmak ve bu bağlamda Cumhuriyet’İn garp medeniyetinin bir uvzu olma davasında yardımcı olmak olarak ifade eder.[105]

Cumhuriyetin “Milli Eğitim” prensipi, 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin hazırladığı Tarih IV adlı kitapta şu amaçlara bağlanmıştı:

“ 1- Milliyetçi, halkçı, inkılâpçı, laik cumhuriyet vatandaşları yetiştirmek, 2- İlköğrenimi fiilen umumîleştirmek. 3- Yeni nesilleri bütün öğrenim derecelerinde genellikle uygulamalı ve özellikle de ekonomik hayatta, dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlâk yerine, hürriyet ve düzenin uyumuna dayanan gerçek ahlâka ve erdeme kavuşmuş tarzda yetiştirmek, 4- Türk milletini, bu esaslara da-yanarak medeniyet safında en ileriye götürmek, yeni nesilleri Türk olmak haysiyetinin gerekli kıldığı bu amaçlara en kısa zamanda ulaştırmak.”[106] Bu dönemde Maarif Vekilliği yapmış ve Tehvid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulayıcısı olan Vasıf Çınar da 8 Eylül 1924 tarihinde eğitim ve öğrenimin temel amaçlarını ifade eden bir genelge yayınlar. Burada Vasıf Çınar, milli eğitimin temel amaçları arasında “Okulların vicdan ve fikir hürriyeti” telkin etmesi ve çocuklarda “hür ve mâkul” bir disiplin oluşturması amaçlarını vurgular.[107] Bunun yanı sıra Mustafa Necati’nin Maarif Vekili olduğu dönemde, Bakanlık yayınladığı bir genelgede Cumhuriyet Maarifinin temel prensiplerini ifade etmiştir: “Türkiye'de herkesin milli ve dünyevi, modern ve demokratik bir terbiye alması esastır.”[108] Bu genelgede eğitimin demokratik olması prensipinin altı çizilmiş ve önemi vurgulanmıştır. Esasen bu temel prensipin dönemin mâarif anlayışında görmemek elde değildir. Nitekim bu yüzden de Yahya Akyüz Atatürk döneminde Türk Eğitiminin demokratikleştirildiğini yazar.[109] Örneğin, Osmanlı döneminde falaka ve dayak öğrenimde sıklıkla kullanılan bir araçken cumhuriyet döneminde çeşitli düzenlemeler yoluyla öğrenciler dayak korkusundan kurtarılmaya çalışılmış ve okullarda öğretmenleriin fiziksel şiddete dayalı methodları olabildiğince engellenmeye çalışılmıştır.[110] 


Mustafa Kemal Paşa 25 Ağustos 1924’te Ankara’da toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere şöyle hitap ederek: “Milli ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fi­kirlerle geliştirilmeli ve kuvvetlendirilmelidir. (...) Ye­ni Türkiye'nin birkaç yıla sığdırdığı askeri, siyasi ve idari devrimler çok büyük, çok önemlidir. Bu devrim­ler, sizin, sosyal ve fikrı devrimlerdeki başarınızIa sağ­lamlaşacaktır. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet, sizden fikrı hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister."[111] bu dönemdeki medeni esası ve hür fikirleri baz alan eğitim anlayışını gözler önüne sermektedir. Yahya Akyüz bu dönemde meydana getirilmek istenilen “ideal cumhuriyet vatandaşı”nı şöyle aktarır:


“1924'te Balıkesir vilayet matbaasında basılan ve Hamdibey bucağında ilkokul 5. sınıf öğrencilerine Reşit Vahit (Koral) adında bir öğretmen tarafından dağıtılan "Hayat Rehberi" başlıklı bir belge çok ilginçtir. Burada 48 madde halinde, Türk çocuğunun sağlık, ahlâk, sosyal dayanışma, meslek, çevre ... ile ilgili yaşam ilkeleri yer almaktadır. Cumhuriyet'in istediği "yurttaş" insan tipini gösterdiği için şu 42. ilke çok ilginç ve önemlidir: "Hak yeme, haksız olma, haksızlığa sükût etme!” Demek ki artık "susan, boyun eğen, bir şeye karışmayıp kendi huzurunu düşünen, pasif insan tipi" kesinlikle reddedilmekte, onun yerine, konuşan, fikrini söyleyen, haksızlığa duyarsız kalmayan ve gerekli tepkiyi gösteren, haksızlık yapmayan yeni bir "Cumhuriyet insanı tipi" meydana getirmek amaçlanmaktadır.”[112]


Esasen tüm ifade edilen olgulardan anlaşılabilir ki, Cumhuriyetin meydana getirmek istediği “makbul” vatandaş tip, askeri disiplin halinde, ona verilen emirlere itaat etmekle yükümlü, son derece katı bir terbiye altında bulunan ve kendi şahsi fikirlerini ifade etmekten kaçınan bir vatandaş tipi değildir. Tam tersine bunun zıttıdır. Esasen Kemalist maarif anlayışı, Hasan Ali Yücel’in de işaret ettiği gibi bir “hümanizma” etrafında şekillenmişti.[113] Hümanizm tanım itibariyle:  "İlahi nitelikte ve öte dünya ile ilgili olanın değil, bu dünya ve insanla ilgili olanın yüceltildiği bir genel eğilimin uç noktasını teşkil eden ve insanı, kendi üzerinde sınırlayıcı hiçbir otoriteye ihtiyacı olmayan, kendine yeterli bir antik kategori olarak tanımlayıp, onu, hakikatin ve bütün değerlerin yegane ölçüsü ve kaynağı kabul ederek evrenin merkezine yerleştiren dünya görüşü."dür [114] 

Yani hümanizm, insanın her türlü skolastik ve patrimonyal düşüncelerden sıyrılıp kendi rasyonalitesini temel alarak alarak aklın sınırsız özgürlüğüne inanmaktır. Suat Sinanoğlu da bu bağlamda hümanizmi “aklın sınırsız özgürlüğü” olarak tanımlar. Sina Akşin bu konuda şöyle yazar: “Zihin hiçbir dogmanın, hiçbir doğaüstü düşüncenin tutsağı olmayacaktır. Tutucuların, kimliğimizi yitiririz, taklitçi durumuna düşeriz telaşı boşunadır. Sınırsız özgürlüğe kavuşan zihnin, taklit ve kopyacılık gibi ucuzlukları makbul tutmayacağı, kimlik ve kişilik yitimlerinden kaçınacağı açıktır. Hümanizmin insan, doğa, sanat ve yurt sevgisi gibi olumlu özellikleri de vardır. Atatürk devrimi bir aydınlanma hareketidir, Atatürk'ün kendisi de hümanist bir devlet adamıdır.”[115] 

Hülasa Kemalist İhtilal, insanın kendi mukedderatına(kaderine) hakim olabileceği” fikrini feslefi temel alarak “birey”in gelişimine olanak sağlamış ve toplumsal düzende irrasyonal ve gerici dünya görüşlerini temsil eden Ümmetçi ve feodal kişi, norm ve kıralların tasfiye edilmesini sağlamış veya en azından bunları başarmaya çabalamıştır.[116] Bu açıdan da Kemalist ihtilal, temel normatif değerlerinde hümanizmi barındırır. Nitekim, Suat Sinanoğlu’na göre Atatürk Devrimi felsefi düzeyde “skolastik düşüncenin reddi, hümanist düşüncenin olduğu şekilde kabülüdür[117] Bu sebepten dolayı Hasan Ali Yücel: “"Nerede insan zekâsının eseri varsa onu içine alan bir Hümanizma kurma yolundayız.”[118] der. Hatta Hasan Ali Yücel’e göre doğru milliyetçilik sadece hümanizm ile kaim olabilirdi.[119] Nitekim Hasan Ali Yücel’in Kemalist eğitim anlayışını anlattığı “Cumhuriyet Maarif’inin Prensipler,” adlı makalesinde, Cumhuriyet’in Maarif anlayışının “hümanist bir telakkiye” sahip olduğunu yazar.[120] 


Hümanist eğitim, kişisel yönlendirme ve bağımsızlığı teşvik, ne öğrenilmesi gerektiğini seçme sorumluluğunun verilmesi, yaratıcılığın geliştirilmesi, şüphecilik, sanatsallık veya estetik gibi kavramları temel prensip olarak kabul eder.[121] Hümanist eğitim öğrencilerin kendi hür düşüncelerini ifade edebilmeleri ve bir birey olma şansının verilmesi anlamına tekabül eder. Bu açıdan da emir-itaat ilişkisiyle şekillenen bir militarist eğitim anlayışın tam anlamıyla zıttında konumlanır. Nitekim Atatürk’ün de cumhuriyetin eğitim sistemindeki hümanizmayı yansıtan birçok söylevi mevcuttur.


Atatürk, Medeni Bilgiler kitabında ise "Kişinin birinci hakkı, doğal yeteneklerini serbestçe geliştirebilmesidir.  Bu gelişimi sağlamak için ise, en iyi vasita, kişiye, bir başkasının benzer hakkına zarar vermeksizin, tehlike ve zarar kendine ait olmak üzere, ona, kendi kendini, istediği gibi sevk ve idare etmeye müsaade etmektir." [122] medeni bilgiler] Yazarak hümanizmin temel değerine işaret eder. Nitekim Atatürk, eğitimdeki terbiye methodları ve düzenin dayak ve baskıya değil; sevgi ve özgürlüğe dayanmasını istemekteydi.[123] Atatürk’ün hümanist terbiye anlayışı şu sözlerinde görülebilir:

“Çoğu ailelerin ötedenberi çok kötü bir alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler... Zavallılar lâfa karışınca, "Sen büyüklerin konuşmasına karışma" der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hattâ zararlı bir hareket... Halbuki, tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını, olduğu gibi, ifâde etmeye teşvik etmelidirler; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakâr olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık düşüncelerini, hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk terbiyesinde ana kucağından en yüksek eğitim ocağına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu suretledir ki çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.” [124] 

Ayrıyeten Atatürk şöyle de der:


“Çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidir; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı duymaya alıştırmalıyız."[125] 

 Atatürk’ün bu lafları açıkça hümanist eğitim anlayışının kanlı canlı timsalini teşkil ederek, militarist bir terbiye tasavvurunun anti-tezini teşkil eder.



    Sonuç olarak, Ahmet Taner Kışlalı şöyle yazmaktadır: “Kemalizm'i "militarizm" ile suçlamak eğer bir bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, bir "kötü niyet'ten kaynaklanıyor demektir. Böyle bir sav, tarihsel gerçeklere karşı en azından saygısızlıktır.”[126]  Militarizm tanımı göz önünde bulundurulduğunda  bu dönemki Kemalist rejimi “militarist” olarak adlandırmak son derece güçtür. Atatürk, savaş’ı istenilen sosyal bir olgu olarak görmemişti. Şevket Süreyya Aydemir şöyle yazar:

“Türk milleti yakın tarihinde o kadar savaş görmüş ve o ka­dar savaştan yorulmuştu ki, Cumhuriyet yıllarında Türkiye'de savaş edebiyatına ve bu arada savaş ekonomisi gibi konu ve problemlere karşı bir nevi bıkkınlık hali sürmüştü.(…) O yıllarda savaş edebiyatına ve savaş­ la bağıntılı konulara karşı toplum ilgisizliği, kınanacak bir hal değildir. Nitekim Atatürk de, milleti bağımsızlık davasına kar­şı daima uyanık tutacak davranışlarına rağmen, memlekette devamlı bir askeri hava yaşatmaktan daima kaçındı.”[127] Keza bu dönemde ordunun, sivil ve siyasi işlerde hegemon faktör olduğu sanısı da ifade edilen bulgular bağlamında gerçeği yansıtmamaktadır. Bu dönemde Kemalist rejim, her ne kadar nitelik açısından o dönemin dikatörel rejimlerinden keskin şekilde farklılıklar gösteriyor olsa da neopatrimonyal ibareler göstermekte ve otoriter bir niteliğe haizdi.[128] Fakat bununla beraber Kemalist rejim sivil niteliğini sürdürmüş; askerlerin siyasete karış(a)mayacağı ve sivil rejime tabii olacağı bir rejim tasavvur etmiştir.


Alp Buğdaycı, İstanbul, Şubat 2023


Dipnotlar:

[1]Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017 S. 190; Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, 2. Cilt, 1991, S. 176 ve 3. Cilt, S. 95; Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, 2012, S. 447; Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 2. Cilt: Kemalizm, 2009, S. 180.

[2] Kemalist rejimin rıza üretiminde kullandığı şiddet olgusunu ele alan enteresan bir makale için bkz: Mete Tunçay, İkna(İnandırma) yerine Tecebbür(zorlama), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 2. Cilt: Kemalizm, 2009, S. 92-96

[3]: Michael Mann, The roots and contradictions of modern militarism, States, War and Capitalism, 1992, S.166.

[4] Tabiki Mann’ın neo-weberyen sosyoloji ekolüne mensup olduğunu da unutmamak gerekir. Bu yüzden militarizm tanımında daha ziyade bunu sosyal ve kültürel bir kavram olarak yorumlamıştır. Bkz; Mabee, Bryan, and Srdjan Vucetic. “Varieties of Militarism: Towards a Typology.” Security Dialogue 49, no. 1–2 (2018): 96-108’deki 98. Sayfa

[5] Kurt Lang, ‘Military’, International Encylopedia of social science, 10. Cilt, 1968

[6] Marek Thee, 'Militarism & Militarization in Contemporary International Relations', paper submitted to the WCC Militarism Consultation; Bulletin of Peace Proposals, Vol. 8, No. 4, 1977.

[7] Sanıyorum ki bu iki farklı tanımın sebebi; Mann bir sosyologken, Thee’nin ise bir siyaset bilimcisi olmasından dolayı kaynaklanmaktadır. İkisi de kendi alanı bağlamında bir kuramsal model ortaya koymaktadırlar.

[8] KLARE, MICHAEL T. “Militarism: The Issues Today.” Bulletin of Peace Proposals 9, no. 2 (1978): 121–28.

[9] Söz konusu cümle, asıl metinde şöyle geçer: “Common to these and other definitions of militarism is the notion of excess, of the growing encroachment of the military over civilian institutions with a concommitant decline in individual freedoms and democratic forms of decision-making.”[Klare, Michael T., A.G.E, S. 121]

[10] Eric A. Nordlinger, Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, 1977, S. 22-23

[11] Heper ve Tachau’nun metninde geçen asıl kelime “guardian regime”dir. Bunu vesayet rejimi olarak türkçeye çevirdim:

Tachau, Frank, and Metin Heper. “The State, Politics, and the Military in Turkey.” Comparative Politics 16, no. 1 (1983): 17–33.

[12] Eric A. Nordlinger, Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, 1977, S. 25

Kaynakça 13: Eric A. Nordlinger, Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, 1977, S. 26-27. 

Ayrıca, bu tip rejim örneği için Mısır’da Abdülnnasır yönetimi örnek verilebilir. Bkz: Berk Esen, Political Mobilization and the Institutional Origins of National Developmentalist States: the Cases of Turkey, Mexico, Argentina, and Egypt, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2015, S. 282-295. Sanıyorum ki 27 Mayıs darbesi sonrası Alparslan Türkeş ve 14’lerin kurmaya çalıştığı rejim bu dozdaydı. Hele ki Türkeş’in Ülkü ve Kültür Birliği planıyla tüm kültürel yaşamını devletin tekeline almaya çalıiması, bunu gösterir niteliktedir.(Bkz: Erik Jan Zürcher, Modermleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 281)

[14] Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 2013, S. 19-20

[15] Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları, 2016.

[16] Erik Jan Zürcher, 2021, Milli Mücadelede İttihatçılık, S. 112-160; Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2020, S. 627; Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, 2008, S. 24; Lord Kinross, Atatürk, 2021, S. 195-6

[17] Jäschke, Gotthard. “Beiträge Zur Geschichte Des Kampfes Der Türkei Um Ihre Unabhängigkeit.” Die Welt Des Islams 5, no. 1/2 (1957): 1–64’de S. 30-1. 

[18] Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, S. 155-7.

[19] İlber Ortaylı, Atatürk, 2018, S. 177-8

 [20] Lord Kinross, Atatürk, 2021, S. 269

[21]: Bahsedildiği gibi Milli Mücadele, 1915’ten beri İTC tarafından planlanmaktaydı, bu bağlamda Mondros Antlaşması sonrasında ittihatçılar tarafından gerek Karakol Cemiyeti olsun gerek Müdafaa-i Hukuk cemiyeti olsun, birçok örgüt kuruldu. Fakat sanıyorum ki bu örgütlerin, tek bir çatı altında birleştirilmeden ve ortak bir koordinasyon kurulmadan başarıya ulaşma şansı oldukça düşüktü. İşte Kemal Paşa’nın yaptığı noktada bu örgütleri tek çatıda birleştirmek, bunları nizama sokmak ve ek olarak bunların üstüne yeni örgütler kurmak oldu. Zürcher’in yorumuna göre Milli Mücadeleyi İttihatçılar başlatmıştı, bunda tabi bir doğruluk payı var. Fakat koordinasyon sorunları yaşayan ve çok farklı düşüncede insanlar barındıran örgütlenmelerin Kemal Paşa tarafından birleştirilmese başarısız olacakları da zanımca barizdir. Bu bağlamda evet, Milli Mücadelenin kökenlerinde İttihat ve Terakki’nin mevcudiyetine işaret etmek mantıklıdır, fakat tek başına yeterli değildir. Ayrıca, Zürcher’in Kemal Paşa’nın Milli Mücadelenin başına İttihatçı yer örgütü tarafından geçirildiği iddiası son derece sorunludur ve bu konuda yeterli kaynak sunmakta da başarısız olmuştur.(bkz; Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, 2021 S. 168-70) [22] Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, 2020, S. 122-124

[23] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 231-277

[24] Harris, George S. “The Role of the Military in Turkish Politics.” Middle East Journal 19, no. 1 (1965): 54–66.

[25] Bülent Tanör, Kurtuluş, 1997, S. 117-121

[26] Tachau, Frank, and Metin Heper. “The State, Politics, and the Military in Turkey.” Comparative Politics 16, no. 1 (1983): 17–33’da S.19

[27] İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 2011, S. 15

[28] Mesela bu konuda Birinci Mecliste Edirne Mebusu olan Mehmet Şeref’in hatıratlarına bakılabilir, hatıratlarında meclisteki kimi zaman “kaotik” sayılabilecek, hatta birçok örnekte görüleceği üzerine mebusların birbirine silah çekmesiyle sonuçlanan tartışmaların güzel bir tavsiri bulunmaktadır: Mehmet Şeref, Birinci Meclisi, 2011. Ayrıyeten tabiki bu konuda başvurulacak diğer bir kaynak, Ahmet Demirel’in ünlü İkinci Grup üzerine yazdığı doktora tezidir.(Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, 2020)

[29] Örneğin Ali Fuat Paşa’nın Garp Cephesi Başkumandanlığından istifaya zorlanması.(bkz: İsmet İnönü Hatıralar, 1. Cilt, 1987, S. 210-213)

[30] Tabi sonra bu kararından vazgeçiriliyor ve onun yerine Refet Paşa istifa ediyor.(bkz: Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım, 5. Cilt, 1993)

[31] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, 2021, S. 50

[32] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 2020, S. 25

[33] Pion-Berlin, David. “Military Autonomy and Emerging Democracies in South America.” Comparative Politics 25, no. 1 (1992): 83–102.

[34] Pion-Berlin, David. “Military Autonomy and Emerging Democracies in South America.” Comparative Politics 25, no. 1 (1992): 83–102’de S. 84.

[35]  Sakallioğlu, Ümit Cizre. “The Anatomy of the Turkish Military’s Political Autonomy.” Comparative Politics 29, no. 2 (1997): 151–66’de S. 152

[36] Pion-Berlin, David. “Military Autonomy and Emerging Democracies in South America.” Comparative Politics 25, no. 1 (1992): 83–102’de S. 85.

[37] Sakallioğlu, Ümit Cizre. “The Anatomy of the Turkish Military’s Political Autonomy.” Comparative Politics 29, no. 2 (1997): 151–66’de S. 153

[38] Pion-Berlin, David. “Military Autonomy and Emerging Democracies in South America.” Comparative Politics 25, no. 1 (1992): 83–102’de S. 87-90.

[39] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S. 49; Hikmet Özdemir, Savaşta ve Barışta Atatürk, 2019, S. 350-355; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 2020, S. 389-395; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 2015, S. 70-88; Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 242-246

[40] Söz konusu cümleyi İsmet Paşa ünlü 1930 Sivas konuşmasında dile getirmiştir.[Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 2015, S. 70.] Şuna da işaret etmek isterim ki kanımca bu konuşma Cumhuriyet tarihinin en önemli konuşmalarından birisiydi, zira ilk kere CHF’nin “mutedil devletçi” olduğu bu konuşmada ifade edildi.(Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S. 344)

[41] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 2021, S. 198-199

[42] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 298

[43] Andrew Mango, Atatürk, 2021, S. 387

[44] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S.159

[45] Burada Ahmet Taner Kışlalı’nın sadeleştirilmiş ve modern türkçe versiyonunu alıntıladım.(Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, 2021, S. 75) Fakat, Kemal Paşa’nın sadeleştirilmemiş şeklinde orjinal cümleleri ise şöyledir: “Değerli üyeler! Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek um­desi, Cumhuriyet'in daima göz önünde tuttuğu bir esas noktadır.”(Atatürk’ün Bütün Eserleri, 16. Cilt, 2005 S. 230.)

[46] Andrew Mango, Atatürk, 2021, S. 402-3

[47] Harris, George S. “The Role of the Military in Turkish Politics.” Middle East Journal 19, no. 1 (1965): 54–66’da S. 56-7; Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2. Cilt, 2017, S. 449-450

[48] Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 259

[49] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, 1. Cilt, 1974, S. 16

[50] Necdet Uğur, İsmet İnönü, 2017, S. 23

[51] Necdet Uğur, İsmet İnönü, 2017, S. 23

[52] BROWN, JAMES. “The Military and Politics In Turkey.” Armed Forces & Society 13, no. 2 (1987): 235–53.‘de S. 236

[53] Adem Yavuz Elveren, Askeri Harcamalar ve Ekonomi, 2021, S. 203’de yüksek askeri harcamaların militarizmin temel bir göstergesi olduğu ifade edilir.

[54] Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 2020, S. 540

[55] Hale Yılmaz, Türk Olmak, 2023, S. 185-6;  Howard Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, 1968, S. 122

[56] Selim Deringil, Denge Oyunu, 2015, S. 31

[57] Great Britian: Public Records Office, Foreign Office Correspondance 371: E 2214/ 44.

[58] A.G.E

[59] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 2. Cilt, 2011 S.133

[60] Selim Deringil, Denge Oyunu, 2015, S. 32-3

[61] Great Britian: Public Records Office, Foreign Office Correspondance 371: R 1618 / 24 / 44.

[62] Great Britian: Public Records Office, Foreign Office Correspondance 371: E 2214 / 44.

[63] A.G.E

[64] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 2. Cilt, 2018, S. 338

[65] Hilmi Uran, Hâtıralarım, 2017, S. 359

[66] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 2. Cilt, 2018, S. 336

[67] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 2. Cilt, 2018, S. 336

[68] Harris, George S. “The Role of the Military in Turkish Politics.” Middle East Journal 19, no. 1 (1965): 54–66.’da S. 58

[69] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 2020, S. 241

[70] İlber Ortaylı, Yakin Tarihin Gerçekleri, 2021, S. 279

[71] Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 208

[72] Doğu Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, 2021, S. 81-2 ve S. 91-2; Rıza Zeylut, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, 2010, S. 222-227

[73] Metin Heper, Devlet ve Kürtler, 2010, S. 198-202

[74]  Seçkin Çelik, İnönü Döneminde Kemalizm, 2021, S. 352–5. Hatta Çelik’in aktardığı gibi Alman belgelerine bakıldığında bu dönemde Mareşel Çakmak’nın Almanlarla temas halinde olduğunu söylemek mümkündür. Bu belgelerden birisi de sanıyorum ki Hentig raporudur. Hentig raporunda Fevzi Çakmak’ın Alman diplomatlarla görüşmesinde turancılık ve Almanlarla işbirliği konusunda gayet olumlu beyanlarda bulunduğu ifade edilmekteydi.(Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 1. Cilt, 2018, S. 680-1) Almanlarla olan bağlantıları sebebiyle de Müteffik Güçlerse Mareşel Çakmak’ın emekli olmasını istemekteydi.(bkz: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 2. Cilt, 2007, S. 238)

[75] Bu dönemde dış politika olduğu gibi Cumhurbaşkanı İnönü’nün tamamen kontrolü altına alınmıştı:(Metin Heper, İsmet İnönü, 2008, S. 174; Seçkin Çelik, İnönü Döneminde Kemalizm, 2021, S. 355)

[76] Taha Parla, Türkiye’de Siyasi Kültürün Resmi Kaynakları, 3. Cilt, 1992, S. 91

[77] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, S. 325

[78] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 2021, S.199

[79] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15. Cilt, 2005, S. 320

[80] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15. Cilt, 2005, S. 215

Kaynak 81: Atatürk’ün Sözlerinde Asker ve Askerlik Mesleği, 2013, Genelkurmay Basımevi, S.129

[82] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15. Cilt, 2005, S. 84

[83] Atatürk’ün Sözlerinde Asker ve Askerlik Mesleği, 2013, Genelkurmay Basımevi, S.112

[84] Atatürk’ün Sözlerinde Asker ve Askerlik Mesleği, 2013, Genelkurmay Basımevi, S. 109

[85] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S. 475

[86] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 1. Cilt, 2022, S. 134-5; Şerafettin Turan, Atatürk, 2017, S. 103

[87] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 2020, S. 64

[88] Andrew Mango, Atatürk, 2021, S. 119; Şerafettin Turan, Atatürk, 2017, S. 104

[89] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 2020, S. 64

[90] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 2020, S. 69

[91] Şerafettin Turan, Atatürk, 2017, S. 105

[92] Şerafettin Turan şöyle yazar: Kılıç Ali'nin ak­tardığına göre, onun ordu merkezindeki odasına izin almadan giren Mustafa Asım adında genç bir teğmen, ordu ve siyaset ilişkileri konusunda birtakım so­rular sormuştu. O da düşüncelerini ayrıntılarıyla açıklarken birdenbire ayağa kalkan teğmen, "Ben seni öldürmek üzere buraya gelmiştim. Anladım ki çok haklısın. Şimdi ben onları öldürmek isterim!" diyerek odadan çıkmıştı. Mustafa Kemal, bunun dışında bir başka suikast girişiminden de söz et­mektedir. Cemiyetteki subaylardan biri onun evi önünde bir ağaç arkasına sak­lanarak pusu kurmuş ama bunu sezen Mustafa Kemal kendisine adı ile seslenince

tanındığını anlayan subay çekip gitmişti”(Şerafettin Turan, A.G.E, S. 104-5

[93] Andrew Mango, Atatürk, 2021, S. 120

[94] Hikmet Özdemir, Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk, 2019, S. 51

[95] İsmet İnönü, Hatıralar, 2020, S. 136

[96] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, 2022, S. 475

[97] Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 2021, S. 115-131; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetimi Kurulması, 2015, S. 146-173

[98] Örneğin çeşitli çevrelerce bu dönemki rejimin şiddetinin ana sembolü olarak İstiklal Mahkemeleri vurgulanır. Fakat İstiklal Mahkemelerinde bile şiddetin anlatıldığı gibi “aşırı” olmadığı barizdir.(Bkz; Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, 1995, S. 474-479). Bülent Tanör ise şöyle yazar: “Rejimin baskıcıcılığı, özet olarak, siyasal muhalefeti ve özellikle de dinci gericiliği hedef almıştı, nişangahını ol­dukça sınırlı tutmuştu. Baskı yöntemleri de, Şerif Mar­din 'in deyimleriyle, "terör (şiddet/bt) değil, politik gözda­ğı vermek şeklindeydi.”[Bülent Tanör, Kuruluş, 1997, S. 136]

[99] Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 293-301, Türk Dış Politikası, Editör: Baskın Oran, 1. Cilt, 2020, S. 251-257; Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, 2008, S. 496-540

[100] Mehmet Temel, Atatürk’e Göre Türk Milli Eğitim Sistemi, 2020,  S. 49

[101] Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 2013, S. 89

[102] Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğtim Tarihi, 2003 S. 153

[103] Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğtim Tarihi, 2003 S. 172

[104] Howard Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, 1968, S. 240

[105] Ilköğretim. Maarif Vekilliği tarafından neşredilen haftalık Öğretmen ve Eğitmen Gazetesi. 1. ikincikanun 1942. sayı 96, S.1214: Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet Maarifi’nin Prensipleri.

[106] Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğtim Tarihi, 2003 S. 200

[107] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 2007, S. 331

[108] Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğtim Tarihi, 2003 S. 180

[109] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 2007, S. 327

[110] Akşin, Sina "Atatürk Döneminde Demokrasi". Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 47 (1992 )’de S. 248

[111] Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğtim Tarihi, 2003 S. 176

[112] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 2007, S. 332

[113] Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, 1998, 3 Cilt, Halil İnalcık, Rönesans Avrupası Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, 2018, S. 282-3

[114] Necmettin Tozlu, Eğitim Felsefesi, 1997, S. 156

[115] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, 2021, S. 223

[116] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2009,  S. 521-552; Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2020, S. 35–36; Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, 2018, S. 116; Bülent Tanör, Kuruluş, 1997, S. 135

[117] Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, 1997, 2. Cilt, S. 83-4

[118] Milli Eğitimle llgili Söylev ve Demeçler, Kültür Bakanlığı, 1993, S. 199-200

[119] Milli Eğitimle llgili Söylev ve Demeçler, Kültür Bakanlığı, 1993, S. 120

[120] Ilköğretim. Maarif Vekilliği tarafından neşredilen haftalık Öğretmen ve Eğitmen Gazetesi. 1. ikincikanun 1942. sayı 96, S.1214: Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet Maarifi’nin Prensipler

[121] İsmet Şahin, Post Modern Çağ ve Hümanist Eğitim, 2004, Postmodern Çağ ve Hümanist Eğitim. XIII. Ulusal Eğitim Bilimleri Kurultayı;

 https://docplayer.biz.tr/5551210-Postmodern-cag-humanist-egitim.html 

[122] Medeni Bilgiler, 2020, S. 458

[123] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 2007, S. 341

[124] Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, 1973, S. 61

[125] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, 1. Cilt, 2001, S. 326-7

[126] Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, 2021, S. 78

[127] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 2. Cilt, 2011, S. 206

[128] Zanımca Kemalist rejimin otoriterliğinin niteliği ve sınırlarını en iyi analiz eden çalışma: Bülent Tanör, Kuruluş, 1997, S. 129-138. Örneğin Tanör şöyle yazıyor: 

“Görüldüğü gibi, özgürlük ve çoğulculuk eksenli ol­mayan Kemalist rejim otoriterdi ama totaliter değildi. Toplumun ve bireyin bütün yaşamını kucaklamak ve bi­çimlendirmek iddiası gütmüyordu. Zaten, işlenmiş ve sis­tematik bir ideoloji ya da doktrini yoktu. En başta Musta­fa Kemal Atatürk'ün kendisi buna karşıydı. Olan, bir ide­olojiden ziyade, esnek bir dünya görüşü idi.

Bu dünya görüşü ise, hem felsefi kökleri, hem de erekleri açısından siyasal liberalizm yanlısıydı. Otokratik dünya görüşlerine karşıydı, demokrasiyi hizalamıştı. Bu açıdandır ki Kemalist rejim ve tek parti, sürekli değil ge­çici bi model olarak algılandı ve uygulandı.”[A.G.E. S.137] 

Yorumlar

Yorum Gönder