Kemalist Diplomasinin Dünya Siyasetindeki Yeri

 Kemalist Diplomasinin Dünya Siyasetindeki Yeri;


Atatürk’ü 1919’dan sonra Halide Edip Adıvar 2 evreye ayırır: 1. Si Doğu Mefkûresi(1919-1922) ikincisiyse Garp Mefkûresi (1922-1938) Doğu Mefkûresi İslam-Bolşevizm sentezidir ve bu anlayiş 1919-1922 arasında hakim olmuştur.Bu dönemde Gâzi Panislamist bir söylem ve Antikapitalist bir söylem benimsemiştir, amaç ise Batılılara karşı sömürgeleri özellikle Hint Müslümanlarını Ankara’nın yanına çekmek ve Bolşevik yardımlarını almaktı. Bu dönemde Atatürk çok net bir şekilde biz Bolşevik İslami Cumhuriyetiyiz demekteydi. Fakat  Büyük Taaruz sonrasında ise her şey değişti, zaferden sonra; Ankara’da tüm solcu gruplar tutuklanır, mecliste sol grup tasfiye edilir ve Atatürk sol söylemini kâti suretle son verir. Yeni devletin felsefesini de Atatürk 29 Ekim 1923 günü bir Fransız Gazetesine verdiği röportajda ifade eder: “Garp’a teveccüh etmiş.” Yani Batıya yönelmiş Türkiye. İşte artık Garp mefkûresinin sırasıdır. 

Bu Doğu’dan Batı’ya yönelişi daha iyi anlamak için tipik bir olay ise Afgan Kralı Emanullah Han’ın Ankara’yı ziyaretidir. 20 Mayıs 1928 günü Ankara Palas’ta Kral uğruna verdiği konuşmayı Taha Akyol şöyle değerlendirir:

“Milli Mücadele yıllarında bu cümlelerin önünde veta sonuna “emperyalizm”den, “kapitalizm”den bahsederdi, Panislamist vurgu yapardı. Şimdiki konuşmasında bu tür kelimeler hiç olmadığı gibi Batı’nın siyasetine karşı tek bir imâ bile yoktur!” 

(Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Sayfa 496)

Yemekte hazır bulunan İngiliz Büyükelçisi Sir George Clerk ise bunu fark eder, Londra’ya yazdığu mektupta şöyle ifade eder:

“Tarih araştırmacıları için şu nokta ilginç olabilir: Gazi’nin Emanullah için konuşmalarında İslami ve Kapitalizm kelimesi 1 defa bile geçmiyor!” (Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt 6, Sayfa 361) [

Aynı şekilde Gâzi bu konuşmasında Türkiyenin, Avrupalı bir medeniyet olduğunu ifade eder ve Afgan-Türk dostuluğunun doğu-batı dostluğu olduğunu belirtir ama 2 Mart 1922’de Ankara’da Afganistan Büyükelçiliğindeki konuşmasında; “Biz Türkler Asyai bir milletiz!” Demiş ve Bolşevik devrimini övmüştür!

Taha Akyol durumu şöyle izâh eder;

“Milli Mücadele yıllarında Gazi'nin dış politikasındaki tipik özellik. İslam dünyası ile konuşurken İslami, Rusya ile konuşurken “Bolşevizan" bir dil kullanması, ama her iki halde de Batı'yı "emperyalist" olarak suçlaması, Doğu ülkelerini ise "mazlum milletler" olarak nitelemesiydi. Zaferden, hele de Musul meselesinin çözülmesinden sonraki dış politikanın dili de cok farklıdır. Artık Ruslarla konuşurken de Müslüman ülkelerin temsilcileriyle konuşurken de "dostluk, iyi komşuluk" gibi genel diplomatik terimleri tercih etmektedir. Gazi Doğu ülkelerine karşı Milli Mücadele’deki ideolojik dili rafa kaldırmış, artık diplomatik bir dil kullanmaktaydı.” (Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, S. 498) 

Aynı şekilde Gâzi dışa açık bir ekonomiyi benimsemiş ve bu Batı’ya olan entegrasyonu arttırmıştır.

Cumhuriyet dönemi iktisat tarihçisi Prof. Yahya Sezai Tezel Atatürk’ün dış borç ve yabancı sermayeye uzak durduğu iddialarına karşı şunları yazar:“Cumhuriyet tarihinde yabancı kaynak kullanımından “arıtılmış" bir Kemalist dönem var saymak ve bu dış finansmansız “bağımsız" kalkınma döneminin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ya da hemen önce sona erdiğini söylemek yanlıştır. 1923-1938 dönemi boyunca Türkiye ekonomisinde dış kaynak kullanımı yolunda güçlü bir eğilim vardır. Atatürk dönemindeki kapitalist gelişme stratejisi dış kaynaklara önemli ölçüde başvurma eğilimine sahip olmuş, bunu sürdürmüştür.”

(Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, S. 418-419) 

1920’ler 1930’lar Dünya Uluslararası siyaseti 2 cepheye ayrılmıştı, Almanya, İtalya, Arnavut, Japonya gibilerinin başını çektiği Revizyonist kanat, Sınır değişikliği  ve yayılmacı siyasetten yanadır. Kendilerinin topraklarının yetersiz olduğunu ifade ederek toprak talep etmektedirler.  Karşılarında Anti Revizyonist/ Statükocu Kanat vardır, Anti Revizyonist cephenin başını ise Milletler Cemiyeti, İngiltere, Fransa çeker. İşte o dönem hangi ülkenin f.  şist/şovenist/yayılmacı , hangisinin ise yayılmacı olmadığının, hangi ülkenin kendini batılı ilerici demokrasiler safında tanımladığının en önemli indikatörlerinden birisi, dış politikada statükocu veya revizyonist cephede olmasında saklıdır. Türkiye ise kendini hep bu Anti Revizyonist, Statükocu Kanatta görmüş, Faşist İtalya, Etiyopyayı işgal ettiğinde İngiltere ile beraber İtalya’ya yaptırım uygulamıştır. Hatta İngiltere Fransa Türkiye o dönem faşist italyaya tek yaptırım uygulayan ülkelerdir. Aynı şekilde bu yüzden de Milletler cemiyetine tek davet edilen ülke sıfatına da Türkiye nâil olmuştur.. 

 Buranın altını çizmek gerekir, dış politikada statükocu davranışlarıyla Türkiye, Milletler Cemiyeti Tarihinde ilk ve tek davet edilen ülke onuruna erişmiştir ve kendini her zaman Baskın Oran’ın deyimiyle Demokrat İlerici Batı Avrupa cephesinde görmüştür. Bunu aynı şekilde Türkiye’nin Demokratlar Kongrelerine veya Dünya parlementer demokrasiler birliklerine katılımından görebiliriz.

Statükocu siyasetin bir göstergesi ise Balkan Paktı’dır. Tevfik Rüştü Aras, Balkanlardaki antirevizyonist  Yugoslav Krallığı ve Yunanistastan krallığı ile Yayılmacı  politikaların yaygın olduğu, İtalya, Bulgaristan’a bir tepki olarak imzalanmıştır. Konferansta Tevfik Rüştü Aras şöyle konuşur:

“Biz Türkler gerçek Antirevizyonistiz. Kimseden bir şey istemiyoruz. Uluslararası hukukun ve anlaşmaların özüne(uymanın), uluslararası alanda iyi ilişkiler için en iyi temel olacağına inanıyoruz.”

[Ömer Kürkçüoğlu, Atatürk Dönemi Dış Politikasına Genel Bir Bakış, S. 332] 

Aynı şekilde 9 Mart 1935 CHP Kurultayında Atatürk barışçıl ve demokrat antirevizyonist  cepheyi destekleyen Türkiye’nin dış siyasetini şöyle dile getirmiştir;

“Türkiye Cumhuriyeti arsıulusal ailenin, ancak faydalı, çalışkan ve iyi geçimli bir unsuru olmak amacındadır. Uluslar sosyetesinde ciddi barış ve oybirliğiyle çalışıyoruz.”

[Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, S. 399-400] 

Gazi 1933 sonrası Avrupa’da Faşist Cephe yükelişe geçince daha da Statükocu Cepheye yakınlaşır:

“İngiliz Dışişleri belgelerine göre, Gazi, 13 Ekim 1933'te Ankara'da Venizelos'la görüşürken, Türkiye'nin çıkacak bir savaşa girmemek için elinden geleni yapacağını, ama savaşa girecek olursa, "denizlere hâkim ülkenin yanında" yani İngiltere tarafında savaşa gireceğini söylemiş ve Venizelos da bunu Londra'ya duyurmuştu tabii.[Taha Akyol Kaynak olarak Ömer Kürkçüoğlu Atatürk ve İngiltere, sayfa 43’ü gösteriyor] Gerçekten Türk-Ingiliz ilişkileri hızla gelişiyor. Daha 1934'ün 17 Haziranında Büyükelçi Percy Loraine, Londra'ya bunun işaretini yazmıştı. İran Şahı Rıza Pehlevi onuruna verilen resmî ziyafetten sonra Atatürk İngiliz Büyükelçisi Loraine'i alıkoymuş, poker oynayıp uzun sohbet etmişlerdi. Loraine, “Gazi, İngiltere'ye sonsuz güven İngiltere ile aralarında bir dostluk kurulmasını dilediğini söylediğini" ve “neden daha fazla yakınlaşmayalım?" dediğini anlatıyor. Gazi, bu konuda Londra'nın fikrini öğrenmek istiyor.[Eklemem: Hikmet Özdemir bunu Atatürk ve İngiltere kitabında raporlarıyla aktarır, kendisi bu raporları İngiliz Dışişleri arşivinden bulmuştur.]” [Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, S. 520] 

Ardından İngiliz Büyükelçisi Loraine’e Dolmabahçe Görüşmelerinde şöyle der;

“İngilizlerin bize verdiği garantiyi çekmesine rağmen, Türkiye yaptırımlarla ilgili her türlü İtalyan eylem ve saldırısına karşı Büyük Britanya’ya garantisini tek taraflı muhafaza edecektir.”[Görüşmelerde bizzat bulunan Diplomat Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 yıl adlı kitabının 80-83. Sayfalarında aktarır]  

Gazi, İngiltere’yi ittifak için ikna etmeye çalışır, ama şöyle bir sorun vardır; o dönem İngiltere “Yatıştırma” siyaseti uygulamaktadır. Bu dönem İngiliz Politkası f.  şizm.i kışkırtamamak için İtalya’ya daha ılımlı yaklaşmayı ve 1. Dünya savaşına sebep olan cepheleşme gibi bir kutuplaşmayı önlemeye çalışır.  Bu dönem bu politikanın en en büyük muhalifi ise “Şeytan ile Pazarlık olmaz!” Diyen Winston Churchill’dir. Ama kendisi o dönem ingiliz siyasetinde söz sahibi değildir(mâlum İngilterenin Çanakkale Bozgunun faturası kendisine patladı)

“Londra, savunma ittifaklarının savaşa yol açabileceği korkusuna dayalı bu “yatıştırma" siyasetini Musollini için de uyguluyor, bu politikanın temel esasları ise: Musolini’ye karşı kimse ile ittifak yapmamak, Mussoliniyi iyi tavizlerle yatıştırmaktır, işte İngiltere’nin, Atatürk'ün ittifak teklifine mesafeli durmalarının sebebi bu. İngiliz Dışişleri Bakanı Eden'e göre Mussolini bir “Deccal"dır, "tam bir haydut"tur, “güvenilmez bir sahtekârdır!" Ama Eden de  İngiliz hükümeti de "Eğer tüm Avrupa kıtasını tehdit eden Hitler tehlikesi başarıyla durdurulabilecekse, bunun yolu Mussolini ile dostluk ve işbirliğidir!" diye düşünüyor. Londra, artan Komik bıyıklı adam tehdidine karşı, Mussolini’yi yanına çekmek istiyor.”[Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, S. 522-523]

O dönem İtalya ise Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki yegane rakibi olarak görmekte ve Türkiye’nin akdeniz kıyılarını gözüne kestirmiş durumdadır. Hatta;

“İzmir'deki İtalyan okulunda faş.izmiiin iktidara gelişinin 6. yılı kutlanıyor. Kara gömlekli öğrenciler tören yapıyor. Akşam da Roma radyosunda Mussolini’nin konuşması yayınlanıyor: “Doğu Akdeniz'e hâkim olmalıdır!” 

Atatürk, Tevfik Rüştü'ye emir veriyor:

“- İtalyan okulu derhal kapatılacak, faşist üniforması giyenler 48 saatte Türkiye'yi terk edecek!”

Ve ünlü sözünü söyler: “Bana çizmeyi giydirmesinler!”

Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Italyan Büyükelçisi Fellice Orsini'ni çağırıyor: Siz böyle giderseniz, haberiniz olsun biz de öbür Büyük Güçler'le ittifak yaparız!”[Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, S. 507]. 

Gazi ise ilerigörüşlülüğü ile bu yatıştırma siyasetinin batacağını ve 2. Dünya Savaşının olacağını Büyükelçi Loraine’e dile getirir:

“Hükümetinize lütfen yazınız Sayın Büyükelçi, bu cevaptan teessür duydum. Tehlike vardır, büyümektedir. Avrupa semaları üzerinde kara bulutlar her gün daha ziyade yoğunlaşmaktadır. Benim değerlendirmelerime göre dört beş seneye varmayacak, İtalya ile Almanya birleşip başınıza bir İkinci Dünya Harbi felaketini açacaktır.”[Feridun Cemal, Dış işlerinde 34 Yıl] 

Tabiki 1938’e doğru Hitler ve Mussolini’nin yatıştırılamayacağı ortaya çıktıkça İngiltere daha da Türkiye’ye yaklaşır.

Ankara daki Ingiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine’in, Atatürk'ün ölümünden dokuz ay önce Londra'ya gönderdiği rapor bu bakımdan çok önemlidir. Atatürk'le sık sık görüşen Loraine, 16 Şubat 1938 tarihli bu raporunda "Şuna inanıyorum ki, Atatürk, Türkiye ile İngiltere arasındaki bugünkü ilişkiyi yazılı olmayan ittifak şeklinde değerlendirmiştir" diyor. Loraine göre, Türkiye bir tecavüze uğrarsa, Atatürk, arada yazılı ittifak olmasa da "İngiliz onuru ve iyi niyetinin" bir güvence oluşturduğunu düşünmektedir. Loraine, Londra'daki âmirlerini gönderdiği raporda şunları yazıyor: 

“Türkiye ile İngiltere arasındaki sevgi, dostluk ve işbirliği bağlarını güçlendirmede en sebatkâr olan kişi, hükümetin ve ordunun arkasındaki Atatürk'tür. Türk hükümetinin yaklaşık 3,5 yıl önce Türk-İngiliz dostluğunu tekrar oluşturma arzusunu ilk defa ortaya koyduğuna oranla, İngiltere ile dostluk ve işbirliği yolunda daha da ilerlemiş olduğuna sizleri daha büyük bir inançla inandırmak istiyorum.”[Aşağıda Kaynağı vereceğim iki parçaya böldüm aldığım rapordaki  bölümü] 

Loraine, Tevfik Rüştü'nün yaklaşımından övgüyle bahsediyor, Atatürk’ün “günümüz dünyasında en kararlı ve açık görüşlü devlet adamlarından biri" olduğuna dikkat çekerek şunları yazıyor: 

“Bugün sadece Türk hükümeti değil Türk halkı da Atatürk'ün Îngiliz taraftarı siyasetinin gerekçesinin bilincine varmıştır. Atatürk'ün dehasının yücelttiği gelişmelerden üzüntü duymamak gerekir. Türk siyasetinin bizden yana sadakatine ve kararlılığına damgasını o vurmuştur.”[İngiliz Belgelerinde 2. Dünya Savaşı Öncesi Türk-İngiliz İlişkileri, 1938-1939, 5. Ek Belge] 

Loraine, Londra'ya gönderdiği 9 Nisan 1938 tarihli raporda, Avrupa’da  faşizmin, Avrasya'da komünizmin yükseldiği bir dönemde Atatürk'ün tutumunun farklılığını şöyle anlatır: 

“Dört yıl önce Türk siyasetinde İngilizlere dostça bakan ve yaptırımlar süresinde tereddüde kapılmayan; totaliter devletlerin askerî gücü ve siyasi cazibesine karşılık Batılı demokrasilerin belirgin zayıflığı döneminde kararsızlığa düşmeyen ve Türkiye'nin İngiltere’ye güvenini artırmaya devam eden, Atatürk’tür”[ İngiliz belgelerinde İkinci Dünya Savaşı öncesi Türk-İngiliz ilişkileri, 1938-1939, S. 63]... 

Aynı raporda Loraine, Atatürk'ün “çağdaş eğitim, öğretim ve araştırmayı desteklemedeki çabalarını  dikkate alarak ona "fahri bilimsel derece" (doktora) unvanı verilmesini öneriyor.

İşte böylece görebiliriz ki,  Atatürk özellikle 1930 sonrası Batı Demokrasileri yanlısı bir siyaset izlemiş ve Kemalist Diplomasi her dâim kendini Batılı Demokrasilerin yanında ve anti revizyonist cephede görmüştür. İsmet İnönü’nün 1946 sonrası Batı yanlısı siyaset de işte buradan gelmektedir. Maalesef bazı “Leninist Kemalistler”, Kadro Dergisinin dış politika tavsiyelerini Türkiye’nin kaale aldığını düşünüp Atatürk İngiltere yanlısı siyaset izlemedi, onu İnönü izledi falan demektedirler, lâkin ortada raporlar, tarihi gerçekler çok nettir, Kemalist Diplomasi her dâim kendini Avrupanın Demokratik Rejimleri safına ait hissetmiş onlara teveccüh etmiş, ve kendini Anti Revizyonist bir ülke olarak tanımlamıştır.


Alp Buğdaycı, Ağustos, 2021

Yorumlar